Yüzün caddeye bakan pencerenin camına yaslı. Son nisan yağmuru düşerken bulutların ucundan ve sen öylesine sen olmuşken o yağmuru seyrederken, birisi gelir ve anlamsız bir soruyla böler yalnızlığını… “Ne düşünüyorsun?”
Koca bir “hiç” dersin arkandaki sese. Gitsin istersin, sormasın, devam etmesin, sana doğru gelmesin, adım atmasın, hatta hiç olmasın orada. Durmasın, teselli etmesin seni. “Git” demene gerek duymadan gitse birileri keşke. Yani keşke birileri gidebilse zamanında arkasını dönüp, elleri cebinde ama kokusu teninde ama hoşça kal demeden ve “kendine iyi bak” anlamsızlığında cümleler kuramadan gitse keşke.
“Bir rüzgârım var biliyor musun?
Kimseye söyleme Bu bir sır”
Gece sen istediğinde başlar senin şehrinde ve sen istediğinde yumarsın gözlerini kendine. Kendi kendine bir oda da, kendine yazarsın tüm satırları.
Ama…
Sonra...
Sonra bir an yer kayar sanki ayaklarının altından. Gün kapının altındaki boşluktan yer bulup sızar karanlık odana. Yorgun bir kalp atışı, yalnız bir nefes, bir gece çok derinden hissedebildiğinde birisi çok uzaktan, duvarlara çarpan başka bir ses, saçlarında başka bir elin parmakları, yastığına ılık bir nefes aksın istersin. Sen bir sabah küçük evinin camından bakarken sokaklara düşen yağmura, birisi arkandan gelsin ve o anlamsız soruyu sorsun istersin. “Ne düşünü yorsun?”
Taze çayın kokusu, kızarmış bir dilim ekmeğin yoksulluğu içine karışır gider. Kendi ayakların dışında başka birininkiler çıksın istersin o merdivenleri. Kapı çalsın, o gelsin, gülümsesin, "merhaba " desin…
Korkarsın. Duvarlara senin gölgenden başka birisinin değmeyecek olmasından, belki de sahipsiz bir sessizliğin paniğiyle, yalnız bir ölüm çöker yüreğine. Korkarsın son sözlerin kimsesiz kalacak diye. Ve sen sanki yarın ölecekmiş gibi kendini sokaklara atarsın. Gölgesi karanlık, yüreği cansız, elleri soğuk birilerine uzatırsın ellerini. Bile bile tutunursun onun kollarına. Senden daha nefessiz birinin rengine boyanır bedenin, acele ve acılı öpüşmeler yırtar ağzını, kendi kanını yudumlarsın her dokunduğunda.
Sonra sen bir sabah küçük evinin camından bakarken sokaklara düşen yağmura, o sorar sana anlamsızca, “ ne düşünü yorsun?”
O anda anlarsın aslında yalnızlığın ne kadar kutsal bir şey olduğunu. Oysa o çoktan boyamıştır seni kendi rengine, soluğunu çekmiştir içine, ruhunu boşaltmıştır, kelimelerini çalmıştır en önemlisi. Yazamazsın tek bir satır. Kalemin elinde tutamazsın kelimeleri, aklından uçar gider ezberlediğin tüm şiirler. Koca bir hiç olup bir akşamüstü, küçük evinin camından sokaklara düşen yağmura bakarken sen, o sorar “ne düşünüyorsun?”
“dejavu “
Koca bir “hiç” dersin arkandaki sese. Gitsin istersin, sormasın, devam etmesin, sana doğru gelmesin, adım atmasın, hatta hiç olmasın orada. Durmasın, teselli etmesin seni. “Git” demene gerek duymadan gitse birileri keşke. Yani keşke birileri gidebilse zamanında arkasını dönüp, elleri cebinde ama kokusu teninde ama hoşça kal demeden ve “kendine iyi bak” anlamsızlığında cümleler kuramadan gitse keşke.
“ruh kesiklerinin
acısı hep bir midir?”
Yalnızlık bazen öyle alıştırır ki kendine iki kişi olmaktan korkarsın hep. Belki de yalnızlığı terk etmek istemeyişindendir hayatına bir başkasını dâhil etmemen. ... Ama dayanamaz ya insan yalnızlığa, ondan arar durur benzerini. Aslında tek aradığı da kendisidir ya aşka sığınır, sonra acılara. Defalarca hayal kırıklığı yaşasa da, bitmedikçe umudu olacaktır hep öteki. Aslında kişi kendi ruhunu bulmadıkça, yalnızlığıdır ona eşlik eden. İşte tam da o noktada, ruhunun öteki yarısını bulmuşsan; "sen" ve "ben" aynı olmaz mı? Diye düşünürsün. Aslında gerçekten korktuğun nedir bilemezsin. Anlamsız bir savaştır sen de ki.
Peki şimdi sen yani ben, ne düşünüyorum aslında?
“dün gece avaz avaz yalnızlık bağırıyordu içim.
Bildik bir şeydi tüm kesiklerim”