Sevdiğim;
Dün gece yarısı poyraz vardı kentimde. Öyle hızlı esiyordu ki, birkaç gün önce saksılara ektiğim mart çiçeklerini devirmiş bahçeye. Çok kızdım rüzgâra. Gitseydi de bilmediğim bir dağın başına esseydi, ya da için için yanan bir okyanusun derinlerine. Kim bilir belki de sana öyle kızgındım ki, kendime sinirlenecek bahaneler buluyordum yine. Rüzgâra aldırmadan çıktım bahçeye, topladım yerlere saçılan çiçekleri. Tek tek yeniden ektim saksılara. Neyse ki hepsi kurtulmuş bu ilkbahar hengâmesinden. Sahi bahar geldi değil mi? Zaman nasıl da hızla akıyor damarlarımda. Kanımın akışını bile yavaşlatamıyorum, uyur uyanık vakitler dışında. Sonra senin kıyıdan yeşilliğe bakan evin geldi aklıma. Camın önündeki döşeyin, hemen sağındaki mutfağın, bahçendeki sardunyalar ve bir ucu silinmiş eski fotoğrafta ayaklarının ucundaki tekir kedin. Onu da burada bırakmıştın değil mi? Beni bıraktığın gibi... Neyse ki bir ucum hala canlı benim. Bir ucum hala seni sessizce bekliyor, bir ucum ağlamaklı ve bir ucum hala direniyor etrafına ördüğün duvarlara. Aslına bakarsan çok kızgınım sana ya… Neyse…
Sonra tekrar ektiğim mart çiçeklerini mutfak camımın önüne sıralarken, söylediklerin geldi aklıma;
Ben ne yapmam gerektiğini bir türlü bilemedim. Sana varamadı nefesim, anlayamadım da seni, anlayamadığım gibi her geçen gün birazda uzaklaştım senden. “Duvarın önünde kal” demiştin bana, orada kalmayı bile beceremedim. Oysa sessizce özlemekti payıma düşen, sus olup sevmekti seni, varlığını kıyamete kadar saklamak, içimin topraklarında. Bunu yapabilsem daha mı kutsal olurdum, kitaplara sığar mıydı çığlığım? Yazar mıydın beni bana öyle şairane. Kutsanmak için kaç defa ölmeliyim sevdiğim, ayaklarının dibinde? Belki bir ihtimal vardı arınmak için, o ihtimalide kendi ellerimle sıktım kalbime biliyorum. Sen tüm kibrit çöplerini, bense tüm ihtimalleri yaktım bu şehirde.
İnsan bu o da da bir kez yalnız kalmaya görsün. Kök salıyorum olduğum yere. Bir “Ahh!” gibi çakılıp kalıyorum. Dizlerimin üzerine defalarca düşüyorum, yaralarım henüz kabuk bağlamadan, tekrar tekrar düşüyorum. Kanıyorum ağır ağır… Saksı içindeki bir mart çiçeğiyle konuşuyorum saatlerce. Bir kedinin başını okşuyorum sen diye. Seni anlatıyorum ona. Bana ne kadar kızdığını, sana ne kadar kızdığımı…
Bir defasında “zaafı olup.. onsuz da yapamamak.. nasıl bir çukurdur bu” demiştin.. O çukura düşmüştüm ben. Zaaflarıma yenilmiştim. Üzgünüm. Bağıra bağıra özledim seni. Avaz avaz sevdim. Ve sen “sus” desen de bana, ben bunu hep söyledim. Ne garip… Oysa adından başka hiçbir şeyini bilmiyordum ve birkaç şiir dışında hiçbir şey… Koca bir hiç vardı ellerimde. İnsan laf olsun diye yaşayıp sonra da bir kar tanesi gibi izi bile kalmadan eriyip gitmemeliydi sana göre. Kış zamanı yere düşen kar tanesi bile aslında su olup toprağı besliyordu sessiz sessiz. Bir kar tanesi bile su olup sessiz ve usulca ağaç köklerini beslerken, ben bunu bile beceremedim. Ne acı…
Hiç unutmuyorum sabahlara kadar süren sohbetlerimizi, fotoğraflarına bakarken bana gönderdiğin türküleri dinliyorum hala,. Okumamı söylediğin kitapları okuyorum. Bir gün karşına çıkıp imtihan olacak bir öğrenci gibi okuyorum hepsini bir bir. “Kus kusabildiğin kadar içini, dök sayfalara” demiştin ya hani, yazıyorum da her gün birkaç satır da olsa.
Şimdi biraz uyumalıyım. Sessiz ve usulca yapabildiğim tek şey bu belki de.. Uyumalıyım…
Kal Huzurla…
neslihan
mart
2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder