31 Mart 2008 Pazartesi

seninle...










.....yastıkta değil, göğsünde olsun başım.



seninle...





neslihan / oda




nisan 2008





29 Mart 2008 Cumartesi

beni öldür!




aklım etime ağır geliyor! olmuyor .. böyle olmuyor .. kalabalık bir kimsesizlik bu! gürültülü bir sessizlik! nasıl bitecek bu dilsizlik! bu kimsesizlik.. Dünü unut, bu gece benimle uyu sonra...


beni öldür !





neslihan / oda



29 mart 2008
06.35









27 Mart 2008 Perşembe

sessiz...




avaz avaz özlesem, beklesem sessiz

ılık bir rüzgârla karşılasam seni

o sahil de yüreğime dokunsan sonra

ruhunda ki çocuk kanımdaki aşka karışsa

kimsesiz olsak bazen, hayalleri toplasak avuçlarımıza

sonra bir dalganın çığlıkları gelse peşimizden,

hüzünlü damlalar değse göğsümüze o kumsalda bulsak kendimizi

sonra sen yine gitsen

bir an da yollara düşsen

gitsen, kaçsan, koşsan arkana bakmadan

ben kalsam o yolun ortasında

ne fark eder?

ne değişir bu vakitten sonra

bilsek ki aynı korku var içimizde

sen korkuların babası

ben korkularına gebe kadın

doğmadan henüz hiç biri

hepsini bir bir öldürsek

öldürsek içimizdeki büyüyen o çocuğu

zorlansak, vazgeçsek kendimizden

bir ağacın kuru dallarına assak ruhumuzu

azgın bir nehrin sularına bıraksak

ne değişir bu vakitten sonra

ne fark eder?

zaman dursa aniden dünya sussa

bir anda her şey tersine dönse

yeniden açtığımızda gözlerimizi

tanımasak birbirimizi

boş hayatların içine dalsak gitsek yine

ben kaybolsam bir odanın içinde

koca bir ömrü tüketsem

tenimdeki kokunun,

içimdeki korkunun sahibini arasam

sen yolunu hiç bulamasan sonra

o yollarda kaybetsen kendini

yok, olsan yağmur olsan

karışsan gecelere, yağsan kendine

ne fark eder?

ne değişir bu vakitten sonra…




neslihan / o şehir


26. 03 .2008 / 05.07










24 Mart 2008 Pazartesi

huzurla...



Şimdi kapat gözlerini ve dinle…



Ben gidiyorum. İçimde garip bir huzurla… Belki de gözlerimin göremeyeceği kadar uzak, belki de bir yağmurun sesinden rahmetli topraklara. Gidiyorum. Adım adım dönüyorum boynunu kıvıran caddeleri. Arkam da bir sokak, bir ev, bir oda, bir yatak bırakarak gidiyorum. Öyle büyüdüm ki şimdi, öyle sessizim, öyle ağırbaşlıyım, içimde garip bir huzur, dudağımın kenarında senin kokun. Nefesin nefesime değdi ya yağmurlu bir mart akşamında, yanağımda kırıldı ya bir gülücük sen anlatırken çocukluğunu… Öyle gidiyorum, hayalleri uçsuz bucaksız yollara bırakarak…



Elimi uzattığım kapı kolu, avuçlarımda tuttuğum çay bardağım, bahçedeki çiçeklerim, akvaryumdaki balıklar, kırmızı terliklerim, omzuma düşen küçük yağmur, siyah gözlü küçük kızım… Arkamdan sessiz bakıyorlar şimdi, tıpkı sen giderken benim sana sustuğum gibi susuyorlar.



Yüreğinin çocuk sevinçlerini gördüm, sesindeki umudu duydum. İnandım ve sarıldım senin düş dediğin o boşluğa. Ve ben senin gözlerinle baktım o boş evin, o boş odalarına. Duvarlara sarılan sesini duydum, o pencereden bakarken kurduğun hayalleri, yazdığın şiirleri, yastığına düşen rüyaları... İçindeki cenneti gördüm sevdiğim, ellerimle sevdim seni. Düşlerin bir adım önünde…



Alnıma iliştirilen, karalanmış bir hayattı, birkaç satırdı aslında bana düşen. Gölgelerin düştüğü bir ormanın ortasındayım şimdi. Başımı çeviriyorum ağır ağır ve geçmişe bakıyorum. Bir ateşin dumanında görüyorum kendimi. Gece dizlerimin üzerinde, ay ışığında dua ediyorum, kaybettiğim her gün için… Birazdan sakin bir rüzgâr gelecek buralara, kokunu taşıyacak ve yaktığım mumları söndürecek bir bir.



Artık kimsenin okumadığına inandığım şiirlere saklıyorum öfkemi. Ve bilmelisin ki sevdiğim; öfkem kendimedir, öfkem sensiz uzayan saçlarıma, öfkem sensiz yürüdüğüm yollara ve öfkem sensiz uyandığım sabahlara, ziyan edilmiş bir hayatın gölgesinedir öfkem…




Sessizliğime gömüyorum şimdi her şeyi. Gülüşlerimi o evde ki sarı duvarlara, sesimi o eski yatağa, nefesimi yağan yağmurun ellerine bırakıyorum.



Geç kalan bendim, beklemekten vazgeçen sen… Artık hiç biri mühim değil. Nasılsa bir düştü ya bu, birimizin uyanması gerekiyordu ya bu derin uykudan…



Şimdi aç gözlerini ve dinle!

Yaşadığına, yaşadığıma, o duvarlarını ellerinle boyadığın o evde yaşadığımıza şimdi yemin edebilirim. O evin bütün pencerelerine yüzümü sakladım, o sarı beyaz çarşafa kokumu bıraktım. Ve sen giderken bu şehirden, ben öldüm… İçimde garip bir huzurla…




neslihan öncel


24.03.08 / oda

05.02








22 Mart 2008 Cumartesi

....





.... seni seviyorum!!!






neslihan




mart 2008




oda








20 Mart 2008 Perşembe

ve geldin...



"Dön gittiğin uzak diyarların düşlerinden. Uyan! Kokunu bırak ormanlarıma. Saçlarım rüzgârına hasret salınırken o ağacın altında, öyle sessiz, öyle sakin, öyle özlemle gel bahar kokan sabahlara. Duvarlara çarpan yorgun sesimi sen sar ellerinle ve sonra içinde yeşerttiğin gizli bahçeleri sal gözlerime. Avuçlarıma bıraktığın düşlerden kaldır beni. Bırak beni bir intizar boşluğu denizlere. Dön artık."







Bu kadar mı derinden seslenmiştim sana, yoksa yağan yağmur mu çözmüştü düğümlerini. Bu cümleleri yazdıktan bir kaç saniye sonra, saat 14 ü 30 dakika geçe telefonda ki ses senindi. Evimin önündeydin, yağmur değiyordu henüz benim dokunmadığım yüzüne. Bense bunca zaman sabırla seni beklemişken o tülü kaldırıp bakamadım sana. İşte gelmiştin, işte oradaydın, işte hasretle beklediğim, geceler boyu sevdiğim oradaydın. Pembe boyalı, yeşil çitli evimin önünde. Gelemedim yanına belki bir düştür diye...





neslihan



mart 2008



oda




Burası soğuk, ben evimi özlüyorum aslında…



Sırtımı çevirdiğim tüm gölgeler "O gelmez" dedikçe, ısırgan otları, engerek dilleri, kara yapraklı sarmaşıklar sarıyor dört bir yanımı. Bir anda dile geliyor dünyanın bütün silahları, sesleri kulaklarımı sağır ediyor bir anda. Cansız martıların masum gözlerinde ölümü görüyorum, kan boşalıyor bedenimden. Ben ölüyorum... Boğazımda kalan son nefesime sarılıp kaldırıyorum yüzümü, boş bir oda gibi özlemle bekliyorum seni... Bir şiirin ucunu yakıp bekliyorum alev almasını, küllerini savuruyorum sonra, tülleri açılmayı bilmeyen pencerene yolluyorum hepsini.



Bu yüzler, bu çığlık çığlığa üstüme gelen kalabalık, anlayamadığım diller, çözemediğim bilmeceler, renksiz satır araları, zamanı kovalayan akrep anlayamadığım bir şekilde beni çağıyor. Adımı bağırıyorlar ulu orta. Sustur bu kalabalığı! Durdur sırtımda yürüyen gölgeleri. Korkuyorum. İçimde bir işgal var sevgili. Surlarım yıkık dökük. Bildiğim tüm dualar dilimde yuvarlanırken, benim yapabildiğim tek şey o camın önünde yağan yağmura bakmaktan öte değil.



Bazen bir apartman boşluğunda yankılanıyor sesim. Sonra düşüyorum. Birileri ölüyor, birileri kaçıyor içimden, birileri köşelerime siniyor dizlerini çekerek. Dudaklarımı ısırıyorum, iliklerime kadar üşüyorum sonra, içimden okuyorum yaktığım şiirleri.



Aralıksız kendini tekrarlayan bir gecenin içindeyim. Kabuk bağlayan yaralarını inatla yolmaya çalışan bir çocuğun elleri oluyor ellerim. Haylaz bir yıldızın ucuna takılıyor eteklerim ve ben şafakları söküyorum, iplik iplik. Vakitsiz gelmiş bir mevsime susuyorum belki de. Bir şişenin içine hapsediyorum ruhumu. Anlatamadığım birçok şey var sana, asla dilime değmeyecek cümleler. Beynimin kıvrımlarını adımlarken yasaklı kelimeler, mühür vuruyorum dilime. Kilitlidir dudaklarım. Avuçlarına dökülecek tek bir sözüm yok sana…



Farz et, o düşe uzanmadık beraber. Tut ki, sana değmedi ılık nefesim. Say ki sana esen rüzgâr benim şehrimden kopup gelmedi. Bilmelisin ki geç kalan ben değildim. Ve şimdi bir şiirin ucunu yakıp bekliyorum alev almasını, küllerini savuruyorum sonra, tülleri açılmayı bilmeyen pencerene yolluyorum hepsini.


.........





Burası soğuk, ben evimi özlüyorum aslında…





neslihan




mart / 2008



oda






19 Mart 2008 Çarşamba

Sana, bitmeyecek hasretimle...



Sana, bitmeyecek hasretimle...



İlkbaharın tomurcuklanan telaşında, hercailerin renkleri düştü toprağa. Kar kokusunun yerini yeniden çiçek kokuları örterken, penceremi açtım sonuna kadar ürkek bir yürekle. Gördüm! Gri bir gecedir hükümdar olan tenime. Sokaklar ay ışığının insafında ve kentim hala sessiz. Her yanım yılların hoyratça etime işlediği özlemle dolu. Özledim!



Sensiz bir bahar işliyor damarlarıma, içimi bir sancı yokluyor. Yoksun! Hüzünle büyüyen bir şeyler var kayalarımın dibinde, bir avuç toprağı zorluyorum. İlkbahara uzanıyor mevsim ve sancılı bir sabaha. Hasretin, usanmadan kendini tekrarlayan bir cümlenin için de. Öyle ağlamaklı, satırlarıma vuruyor.



Sevdiğim! Bahar geliyor ülkene, özlemin topraklarımda gebe...



neslihan




mart




2008







17 Mart 2008 Pazartesi

şimdi susmalıyım



Ve ben varlığına sarılmıştım tesadüflerin bir okyanus kıyısında. Sen uzak denizlerin sahilindeki bir deniz kabuğu kadar sakindin belki, benimse göç zamanı rüzgâra aldırmadan uçan kuşlar kadar kalabalıktı kanatlarım. Sen bir elinde asası kendini yollara vuran Musa, bense masum olduğunu yalvaran gözlerle anlatmaya çalışan Meryem’dim. Mesafeler ve yollar bir oyunun parçalarıydı sadece. Sabırla bekliyorum şimdi. Sana, ilkbahar sesinden hayalleri olan çocuklar büyütüyorum .

Belki çoktan kapadın tüm kapılarını. Oysa ben gözlerindeki keskin uçurumlardan, tenindeki sert rüzgârlardan sıyrılıp gelecektim yanına. Sarıp sarmalayacaktım üşüyen kalbini. Isıtacaktım evinin duvarlarını. Her sabah, yeni bir renk vuracaktı yüzüne, ellerin kaşınacaktı saçlarımı okşarken. Kanın sıcaklığı yüzüne denk düşecekti ve ben öpecektim şahdamarından. Eğer bu kadar gitmeseydin.



"sus" dediler bana!!




Şimdi susmalıyım sevgilim. Bedelini ödemeliyim günahların. Vakit gelmekte, zaman daralmakta, su olup akmakta ömrüm. Beynimi tokatlayan şeyleri anlatamam sana tüm çıplaklığıyla. Onlar izin vermiyor. Konuşamam. Adını bile söyleyemem. Varlığın içimde bir tohum, onlardan gizlediğim. Şimdi ben, kimse bilmeden, sana ilkbahar sesinden hayalleri olan çocuklar büyütüyorum içim de. Susmalıyım.







neslihan






mart





2008

14 Mart 2008 Cuma

tıp






1







2








3







tıp







ve






ÖLÜM...







nEslihan





mart




2008








13 Mart 2008 Perşembe

birisine mektuplar5...



Sevdiğim;


Dün gece yarısı poyraz vardı kentimde. Öyle hızlı esiyordu ki, birkaç gün önce saksılara ektiğim mart çiçeklerini devirmiş bahçeye. Çok kızdım rüzgâra. Gitseydi de bilmediğim bir dağın başına esseydi, ya da için için yanan bir okyanusun derinlerine. Kim bilir belki de sana öyle kızgındım ki, kendime sinirlenecek bahaneler buluyordum yine. Rüzgâra aldırmadan çıktım bahçeye, topladım yerlere saçılan çiçekleri. Tek tek yeniden ektim saksılara. Neyse ki hepsi kurtulmuş bu ilkbahar hengâmesinden. Sahi bahar geldi değil mi? Zaman nasıl da hızla akıyor damarlarımda. Kanımın akışını bile yavaşlatamıyorum, uyur uyanık vakitler dışında. Sonra senin kıyıdan yeşilliğe bakan evin geldi aklıma. Camın önündeki döşeyin, hemen sağındaki mutfağın, bahçendeki sardunyalar ve bir ucu silinmiş eski fotoğrafta ayaklarının ucundaki tekir kedin. Onu da burada bırakmıştın değil mi? Beni bıraktığın gibi... Neyse ki bir ucum hala canlı benim. Bir ucum hala seni sessizce bekliyor, bir ucum ağlamaklı ve bir ucum hala direniyor etrafına ördüğün duvarlara. Aslına bakarsan çok kızgınım sana ya… Neyse…



Sonra tekrar ektiğim mart çiçeklerini mutfak camımın önüne sıralarken, söylediklerin geldi aklıma;
…oysa senden bana rüzgâr esmişti, seninle bir şey yaratacaktık! Ben bunca yıl bu rüzgâra sakladım kendimi. Senden rüzgâr esiyordu. Ben hep senin gibi bir rüzgârım olsun istedim. Yazan, yazdıran sayfalar dolusu. Bir kelime için cehenneme gitmeme gerek kalmadan, bir rüzgâr gibi esen. Fahişe, kadın, anne, çocuk, deli, kız… Irzına geçebileceğim ve ırzıma geçebilecek bir rüzgar.Yastık yapabileceğim, duvara vurabileceğim, çekip gidebileceğim.. Oldu işte ama iş işten geçtikten sonra. Bendeki kibritlerin tamamı bitti. Tutuşturmak için yaktım hepsini, son kibrit çöpü de senin kentinde kaldı. Bunca yıl o evde o kapıdan gir diye bekledim. Bana ne geldiğin yollardan, bana ne nerden geldiğinden, bana ne sana ne olacağından, bana ne... Senin yüzünden, sırf sen yanlış hayatlarda kaybolup geciktin diye tüm kibritlerimi yaktım ben, tutuşturayım diye kelimelerimi. Aslında seni çekip vurmam lazım, alnına kurşun sıkmam lazım benim. Geber demem lazım sana. Geber! Fakat ben demiyorum da bunları. Şimdi sen, o küçük aklınla bana mı geber diyorsun, bana mı meydan okuyorsun, bana mı haddimi bildirmeye çalışıyorsun? Ben geçtim tüm hadlerden, tüm hadleri senin öfkenle yere vurdum. Kimsin sen? Sen değildin saplandığım, senin rüzgârındı beni o beton zemine çakan. O şey, o duygu, o tat, O şey işte… Ama sen, bunca kutsal bir şeyken meze olmak azmindesin. Oysa sen Meryem olmalıydın. demiştin bana.

Ben ne yapmam gerektiğini bir türlü bilemedim. Sana varamadı nefesim, anlayamadım da seni, anlayamadığım gibi her geçen gün birazda uzaklaştım senden.Duvarın önünde kaldemiştin bana, orada kalmayı bile beceremedim. Oysa sessizce özlemekti payıma düşen, sus olup sevmekti seni, varlığını kıyamete kadar saklamak, içimin topraklarında. Bunu yapabilsem daha mı kutsal olurdum, kitaplara sığar mıydı çığlığım? Yazar mıydın beni bana öyle şairane. Kutsanmak için kaç defa ölmeliyim sevdiğim, ayaklarının dibinde? Belki bir ihtimal vardı arınmak için, o ihtimalide kendi ellerimle sıktım kalbime biliyorum. Sen tüm kibrit çöplerini, bense tüm ihtimalleri yaktım bu şehirde.


İnsan bu o da da bir kez yalnız kalmaya görsün. Kök salıyorum olduğum yere. Bir “Ahh!” gibi çakılıp kalıyorum. Dizlerimin üzerine defalarca düşüyorum, yaralarım henüz kabuk bağlamadan, tekrar tekrar düşüyorum. Kanıyorum ağır ağır… Saksı içindeki bir mart çiçeğiyle konuşuyorum saatlerce. Bir kedinin başını okşuyorum sen diye. Seni anlatıyorum ona. Bana ne kadar kızdığını, sana ne kadar kızdığımı…

Bir defasında “zaafı olup.. onsuz da yapamamak.. nasıl bir çukurdur budemiştin.. O çukura düşmüştüm ben. Zaaflarıma yenilmiştim. Üzgünüm. Bağıra bağıra özledim seni. Avaz avaz sevdim. Ve sensusdesen de bana, ben bunu hep söyledim. Ne garip… Oysa adından başka hiçbir şeyini bilmiyordum ve birkaç şiir dışında hiçbir şey… Koca bir hiç vardı ellerimde. İnsan laf olsun diye yaşayıp sonra da bir kar tanesi gibi izi bile kalmadan eriyip gitmemeliydi sana göre. Kış zamanı yere düşen kar tanesi bile aslında su olup toprağı besliyordu sessiz sessiz. Bir kar tanesi bile su olup sessiz ve usulca ağaç köklerini beslerken, ben bunu bile beceremedim. Ne acı…

Hiç unutmuyorum sabahlara kadar süren sohbetlerimizi, fotoğraflarına bakarken bana gönderdiğin türküleri dinliyorum hala,. Okumamı söylediğin kitapları okuyorum. Bir gün karşına çıkıp imtihan olacak bir öğrenci gibi okuyorum hepsini bir bir.Kus kusabildiğin kadar içini, dök sayfalarademiştin ya hani, yazıyorum da her gün birkaç satır da olsa.


Şimdi biraz uyumalıyım. Sessiz ve usulca yapabildiğim tek şey bu belki de.. Uyumalıyım…




Kal Huzurla…






neslihan



mart


2008







12 Mart 2008 Çarşamba

elim sen de...




Hiç düşünmemiştim, bir gün büyüyeceğimizi.
Hani çocuktuk biz, öyle masum öyle mahzun bakan hayata. Birimizin eli birimizde… Ceplerimizde ikiye bölünmüş bir simidin susam tanelerini biriktirirdik okula zamanı. Avuçlarımızda iki zeytin tanesi, bahçede kardan adam… Çocuktuk. Bahçemize yağan kar gibi, saf ve beyazdı ellerimiz. Elimin biri sen de diğeri cebimde olurdu. Ben ne çok severdim seni de söyleyemezdim. Çocuktuk. Sonra büyüdük…

Sen uzun yolculuklardan dönerdin, evinin bacası tüterdi. Herkes bilirdi, “ dönmüş” derdi ben gülümserdim. Sonra koşarak gelirdim kapına. Ben dört kere vururdum kapının tokmağını, sen bilirdin benim geldiğimi. Aramızdaki parola. Çocukken de böyle yapardık. Sen uzun yol hikâyeleri anlatırdın karlı kış gecelerinde. Ben başımı omzuna yaslar, gözüm sobanın alevinde seni dinlerdim. Taze çay kokusu gelirdi buram buram ve bir de taze çörek kokusu. Anlattığın kentlerin sıcak yaz geceleri belirirdi kafamda, sesinde ısınırdım. Yanaklarım kırmızı…

Sen, kayıp bir kenti keşfetmek gibiydin. Her sokağın umuda açılan yoldu benim için. Karlara bıraktığın el izinden, rüzgâra bıraktığın kokundan bulurdum seni. Sen giderken, benim içimde sessiz yürüyüşler başlardı. Sonra sert rüzgârlar ve amansız fırtınalar. Nedensiz değildi kaygılarım elbette, “ ya dönmezse” derdim “ya dönmezse”… Küçük bir kar tanesinin, eriyeceğini bile bile yağması gibi, yağardım yollarına. Beklerdim. Büyürdüm. Üşürdüm biraz da. Bir elim sendeydi. Bilirdim. Dönecektin nasılsa…




neslihan



mart


2008





11 Mart 2008 Salı

küçük prens...




Cevizli helvayı severdim en çok. Ne zaman babam harçlık verse, köyün çarşısına koşarak iner Adnan amcanın bakkalında alırdım soluğu. Büyük helva tekerleğinden küçük bir parça keser, gazete kâğıdına sarar bana uzatırken de gülümserdi bizim köyün bakkalı Adnan amca. Şimdi rahmetli olmuş, geçen gün öğrendim. İçim acıdı, bana gülümseyişini düşünüce. İki altın dişi vardı, gülünce pırıl pırıl parlayan. Bugün gibi hatırlıyorum. O zaman kim sorsa bana “büyüyünce ne olacaksın” diye, küçük aklımla büyük planlar yapar, “büyüdüğümde bakkal olacağım ben” derdim soranlara. Sonra da iki altın diş yaptıracağım kendime. Adnan amcanın ki gibi ışıl ışıl parlayan iki diş…


Gazete kâğıdına sarılmış cevizli helvamı kimseye göstermeden gizlice zeytin bahçelerine giderdim, bir ağacın gölgesinde öğle vakti, cevizlerini dişlerimle ayırırdım önce, sona saklardım onları. Tüm çocuklar gibi yani. Hep öyle yapar çocuklar, en sevdikleri şeyleri sona saklarlar. Sonra susuzluktan ölünceye kadar o helvayı yerdim doya doya. Paylaşmayı sevmediğimden değil, arkadaşım olmadığından giderdim o zeytin bahçesine. Sonra kendime hayalden bir arkadaş yaratır, oynardım ağaçların tepelerinde.


Hatırladığım başka şeylerde var elbette. Kiraz zamanı elimde sepetim, annemle babamın peşine takılırdım. Kiraz bağına giderdik beraber. Patika yolda onlar önde ben arkada yürürken, bildiğim tek şarkıyı saatlerce söyler, onları güldürürdüm. “Kuş sesleri, ovalara yayılır, insan buna hayran olur bayılır” diye başlıyordu yanılmıyorsam. Sonra bir kaplumbağaya takılırdı gözlerim. Yere uzanır, saatlerce onu izlerdim. Sert kabuğunu okşardım ellerimle. Ben okşadıkça o başını çıkartırdı yuvasından. Sonra hayret ederdim, “nasıl oluyor da, kendi evini sırtında taşıyor” diye düşünürdüm. Sonra güneş yavaş yavaş karşı tepelerin arkasında uyurdu ve biz eve dönerdik, sepetlerimiz kirazla dolu. Ben biraz daha oynamak isterdim evin avlusunda.


Annem akşam yemeğini hazırlarken ben yavru kedilere “Küçük Prensi” okurdum. Küçük Prens’in gülü olmayı hayal ederdim. Hatırlıyorum bazı yerlerini sesli okurdum. “..Güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgârdan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o..” En sevdiğim yeriydi burası. Çünkü inanırdım ki o gül bendim. Beni fanusla örten, rüzgârdan koruyan ve bir gün gelip beni bu evden alıp götürecek olan oydu. Küçük Prens…


Yaz geceleri gökyüzünü yıldızlar aydınlatırdı ve ben kayan yıldızları izlerdim uzandığım çimenlerde. Sardunya kokuları, karanfil kokularına karışırdı. Ne güzel kokardı gece, ne güzel kokardı. Her kayan yıldızda aynı dileği dilerdim ben. Anne ve babamın ben den sonra ölmelerini... Benden önce ölürlerse eğer, bu ev, bu bahçe, bu çiçekler ne kadar zavallı kalırdı ve ben ne kadar yalnız kalırdım bu koskoca köyde… Annem “uyku vakti geldi” dediğinde, sabun kokan göğsüne koşar, öyle derin derin içime çekerdim kokusunu. Onlar uyuduktan sonraki sessizliği sevmezdim evdeki. Çocuk gözlerim fal taşı gibi açılır, soluklarını dinlerdim. “Yaşıyorlar değil mi Allah’ım?” Bu soruyu bilmem kaç sefer sormuşumdur sessiz sessiz, için için ağlayarak…


Bir anlam vermezdim bu duruma. Neden herkesin genç anne babası vardı da, benimkiler yaşlıydı? Neden benim de topraktan yemek pişirdiğim ve zorla bu çamuru pasta diye yedirdiğim bir kardeşim yoktu? Ya da neden bir ağabeyim yoktu mahallenin kötü çocuklarından beni koruyan? Küçük aklım büyüdükçe, kendi kendime konuşmalarım daha da alevlendi. Tam yedi kiraz mevsimi, yedi bağ bozumu, tam yedi karlı kış, soru işaretlerini kovaladım köşe bucak.


Yalnız olmak, yalnız kalmak ne kadar acıydı ya da ne kadar acırdım ölüm denen şey kapıdan içeri girdiğinde? Şimdi düşünüyorum da annemin annem, babamın babam olmadığını öğrendiğim gün kaç defa ölmüştüm, kaç defa bıçak çekmiştim küçük ellerimle hayata. Nasıl bir acıydı içime saplanan. Herkes sağdı, salimdi birazda. Ama ben ne kadar uzağa koşup gitmiştim o sıcak temmuz günü ve ne kadar yalnız kalmıştım oysa.


Yıllardır ağzıma sürmedim cevizli helva ya da bir kediye kitap okumadım. Bakkal da olmadım aslında ve altın dişimde olmadı öyle pırıl pırıl parlayan. Ve Küçük Prens de hiç bir zaman gelmedi buraya. Belki yolunu kaybetmiştir dedim yıllarca, belki Manş kıyısında bir yerde ya da Alp dağlarının etkilerinde… Kim bilir…



Ben yine de bekliyorum, köklerimi usulca saldığım bu oda da.





neslihan



mart



2008



10 Mart 2008 Pazartesi

susarak...



Bana göre erkendi beki de. Puslu bir sabaha uyandı gözlerim. Zor bir rüyanın terleri yine yüzüm de. Her gece aynı rüyayı görüyorum. Ellerim sımsıkı, avuçlarım ıslak. Kulağımda hep aynı ses, çığlık gibi, eyvah gibi… Boş sokaklar, evler, merdivenler, kapılar ve bir oda. Hangi sokağa girsem, hangi evin merdivenlerini çıkıp hangi kapıya uzansa elim, hep aynı oda karşımda. O odaya salıyorum bedenimi, kokumu bırakıyorum duvarlarına, elimi sürüyorum. Elimi sürdüğüm yerler dile geliyor sonra. Bilmediğim bir dil, anlayamadığım bir sancı içimde. Yeniden gözlerimi sımsıkı kapatıyorum, başka bir rüyaya kaçıyor gözlerim.

O dağın başındayım az sonra; sessiz, rüzgârlı, soğuk, içim üşüyor en çok. Sonra yürüyorum uçurumun kenarına. Ayaklarım kekiklere sürtüyor, ben bastıkça toprağa rüzgâr kekik kokuyor. Şimdi o uçurumun kıyısındayım. Aşağısı bulanık bir deniz. Dalgalar ısırıyor kayaları dişleriyle. Uçsam diyorum, hemen şimdi buradan salsam kendimi, uçsam. Sonra düşüyorum ben, tamda aynı yerde uyanıyorum her defasında. Avuçlarım ıslak, yüzüm terli…

Bir hışımla kalkıyorum yatağımdan. Sonra ben yine aynı türküyü dinliyorum her sabah…

sözcüklerim varmıyor uzaklarına

birer birer düşüyor bütün öpmelerim

ağır yenilgiler alarak

adresinde yokluğunu kıyamet bilerek

sadece susarak özlüyorum seni

hiç tanımadan, ne garip

sadece susarak özlüyorum seni

hiç tanımadan, ne garip

sense uzak, çok uzakta

bir deniz gibisin resimlerde

dokunsan dersim olur, göçerim mecburen

duydum çok sonradan, adın önemli değil

acın aynı tadı veriyor zaten

adresinde yokluğunu kıyamet bilerek

sadece susarak özlüyorum seni

hiç tanımadan, ne garip

işte buna bıçak çekiyorum

şimdi adı yok, hiç bir sevginin

zaman zaman değil şimdi

yalnız benmiyim bu ahir zamanda

derviş mekanına aşk ile çağıran

bu ahir zamanda


Sonra susmayı öğreniyorum yavaş yavaş. Susarak özlemeyi, sessizce sevmeyi, dokunmadan hissetmeyi belki de… Sonra sen coşkun bir nehir oluyorsun gözlerimde, önüne gelen her şeyi alıp götüren, asi, hırçın ve birazda yorgun… Korkuyorum önünde durmaktan. Oysa ben bir yapraktım o ağacın dalında. Sıkı sıkı tutunmuştum dallarıma. Gölgedeydim çoğu zaman ama şikâyet etmemiştim. Bir rüzgâr istememiştim beni önüne katıp başka iklimlere savuran. Kıyıdan bakıyorum sana. Öyle büyük okyanuslara varışını izliyorum uzaktan. Susarak ve birazda ağır yenilgiler alarak belki de seviyorum seni. Dilimde bölünüyor adın. Yudum yudum yutuyorum yokluğunu. En çokta özlüyorum.


Hiç tanımadan özlüyorum.


Ne garip!!!



Hiç tanımadan özlüyorum seni…





neslihan




mart




2008








5 Mart 2008 Çarşamba

sadece bir şarkı sözü





Avuçlarımda tuttuğum sevgiydi sadece
Öyle kokmadan, incitmeden birşeyleri
Anısına o up uzun selvi ağaçlarımı
Kaderci gibi bir mezar taşınım

Anlamıyla duygularım ölüyor
Ölüme sözüm yok
Sadece avuçlarım kanıyor

Öyle bir duygu bu
Öyle bir kalp ki bu
Öyle bir aşk ki bu
Avuçlarım kanıyor

Dur demiyor ki kimse bu karanlık yazıya
Çıkıp da biri devirmiyor ki
Anısına o up uzun selvi ağaçlarımı
Kaderci gibi bir mezar taşınım

Anlamıyla duygularım ölüyor
Ölüme sözüm yok
Sadece avuçlarım kanıyor

Öyle bir duygu bu
Öyle bir kalp ki bu
Öyle bir aşk ki bu
Avuçlarım kanıyor




bir şarkı geçiyor içimden tam da şimdi bura da...

öyle kesiyor bileklerimi en ince yerinden..

sadece bir şarkı sözü, ben de söz verdim kendime..

gömeceğim tüm sözlerimi usulca etime...








neslihan



kış


2008






3 Mart 2008 Pazartesi

sustu...



Yanımdaydı. Boylu boyunca uzanmıştı, kuş tüyleri başımızın altında. Oda soğuk, koynu sıcaktı. Omzundaki yarayı ezberliyordu ellerim. Gözleri kapalı, köyünü anlatıyordu bana. Sonra sustu! Uzaklaştı. Sustu bilinmeze. Avazı yetmedi gecelere sustu. Sustu! Hırçın rüzgârlarda savruldu bedeni. Sustu! Düş müydü? Sustu! Gücüm yoktu, yetişemedim o sabaha. Gitti! Sustu! Siyah bir geceydi, kaldım ardında. Gözlerim nehir…



Gitti!



Sevdim!




Gözlerindeki öfke dolu çocuğun başını sever gibi sevdim.



Aslında bunu hep bildi…





neslihan





kış



2008








1 Mart 2008 Cumartesi

birisine mektuplar4...




Her yalan kendimeydi bunca zaman. “Geceleri sevdim, sokaklarla seviştim”dedim, kulağıma fısıldadım küçük harflerle. Kimsenin ruhu duymadı önce, anlamadılar içimdeki yalnızlığı. Alacakaranlığa düşer ya sabahlar, sensizlik deprem olur da yer kayar ya ayaklarımın altından, kadınlığım dağılır ya benimde, kendime kendime koşarım ya sonra da… Acıdı demem kimseye, söylemem dizlerimin nasıl kanadığını. Yastığıma güneşte kurutulmuş yalanlar bırakırım ben her gece. “Gelecek” derim, “biliyorum” derim kendime.

Yalandan bir oyun bu, en az senin kadar biliyorum bu oyunu. Giden ve saklanan, kendin de kaybolan. Bulan hep geç kalan. Hece hece ezberledim, sana anlatacağım hikâyeleri. Süsledim ay ışığıyla, içine yalandan bir kadının ellerini bıraktım, yüzünü okşayan. Sessiz isyanlar büyüttüm içimde, bedenime dar gelen ruhumu iliştirdim bir çengel iğneyle. Yine de yalan söyledim onlara. “Acımadı” dedim.

Oysa yüzü silinmiş, aslını kaybetmiş küçük bir kadındım ben. Gerçektim. Yalandan değildi gözlerim, bakıp bakıp sana dalan. Tenimin sıcaklığı sahiciydi, ılık ılık sana akan. Sonra yazgı dediler, kendilerinin yazdıklarına. İlk yalanı onlar söyledi, ilk uçurumdan onlar itti beni. Kimliksiz bir ölüm gibi karşıladım o rüzgârı. Uzun bir yolun tam ortasında, hiç tanımamış, hiç bilmemiş gibi baktım gözlerine. Bakmadın. Oysa bir göz mesafesi kadardı tüm sözcüklerim.

En güzel masalları kendime anlatıyorum ben yine, kulağıma fısıldıyorum, kimse duymadan. Karınca seslerine karışıyor nefesim. Bir balığın kalbine değiyorum sonra. Bir martının kanadına üflüyorum yalanları. Bir tek gece biliyor gerçekten ne olduğumu, neden olduğumu sessiz isyanlara. Yalan masalların kırılan heceleri saplanıyor yüreğime.

Şimdi sen, yazılmamış şiirlerde yoluna devam ediyorsun, sırtında hayallerin. Elimin değmediği bir bardağı tutuyor ellerin, dudaklarımın yudumlamadığı suyu yudumluyorsun kana kana. Ayaklarımın adımlamadığı caddeleri yürüyor ayakların, yorgun ve bitkin. Saçlarımın okşamadığı döşeklere düşüyor başın, hasretle. Başka bir iklimin gecesine yer ediyor varlığın, yeni yolculukların defteri ellerinde kaçıyorsun.

Ben isteğin yerdeyim şimdi. O duvarın önünde. Bıraktığın sesleri topluyorum. Söylediğin birkaç sözü, görebildiğim yalandan hayalleri dolduruyorum hafızama. Elimde bir kurşun kalem önce kendime, sonra sayfalara sıkıyorum kelimeleri. Hece hece kanıyorum olmadığın duvarın diğer tarafında. Gözlerim kapalı. Yalanda olsa bekliyorum.


neslihan



kış



2008