29 Şubat 2008 Cuma

birisine mektuplar 3...



b

i

r

i

s

i


ne

!




Hayat hep gizlediğin yerlerinden vuruyor seni. Zaman saklandığın yerde bulup sobeliyor. En büyük yalanı kendine söylüyor da kalbin, zamanı kandıramıyorsun işte. Sustuğun yerlerin acıyor en çok. Kaçış yok. Geldiğinde yüzüne çarpamıyorsun kapını. Kilitlerin tutmuyor. Boşa dönüyor anahtar.

Oysa sende biliyordun başından beri, herkes kadar yalnızdın, herkes kadar ölmüştün sen de birilerin de. Diğerlerinden ne eksik ne de fazla. Topraklara gömdüğün ellerin yetmedi sana, şimdi sessiz harfleri kazıyorsun inatla. Bilinmeyen bir dilden geliyor ya hani bazen kendine bile sesin. Bundandır ağırlığı o yolların sana.

Başı sonu belli olmayan yollarda geçiyor ömrün. Öyle çok dalıp gidiyorsun ki bazen, kendi izini kaybediyorsun kendi içinde. Ha Lüleburgaz ha Las-Vegas ne fark eder? Eskide kaldığın ıssızlıkta mı aramalı seni, geleceğe varmalarda mı susup beklemeli bilinmez. Belki de kırmızı tuğlalı bir duvarın önünde, adımsız ve nefessiz. Aralarda bir yerlerde sıkışıp dua etmeli belki de. Yüreğin sanmaktan yorgun, aklın hep gidemediğin yerlerde taklı ya da geç kalanlarda, ama sen yine de ilaçlarını almayı unutma.

Oysa sende biliyordun herkes kadar uzaktın o karlı tepelere. Diğerlerinden ne eksik ne de fazla. Sen sadece gecelerde kurmuştun hayallerini, yastık altına gizlediğin. Gündüzleri hakikatlerin vakitlerinde yaşıyordun. Susan acılar biriktiriyorsun yüreğinde damla damla. Bir balığın kalbini avuçluyor ellerin. Bundandır fazlalığı içindeki denizlerin.

Zaman koşarak gelip geçiyor yanından. Geçerken her seferinde, hızla çarpıyor sana. Şöyle bir sallıyor, silkeliyor seni ama düşmüyorsun. Eskilerini yamaladığın dikişlerin atıyor, kanıyor yüreğin. Arkasına bakmadan çekip gidiyor sonra zaman. Dudaklarında acı ama bildik bir gülümseyiş bırakarak...

Sende biliyorsun her şey bildik bir hikâye gibi aslında. Herkes kadar gidiyorsun, herkes kadar gömüyorsun kendini bir yerlere. Gözün gördüğünde, tenin bildiğinde, kulaklarında kuruduğunda nefesi, dilin döndüğünce yaşamaktır aşk. Zamanın merhametine sığınıp, kendinden kaçarak...


neslihan



kış



2008

28 Şubat 2008 Perşembe

yaktım...



Yüzüm ellerime düşmüş bu gece. Parmaklarım gözümde, akan nehirleri kapıyorum. Zaman
ömrümden ne çok şey aldı benim. Buna da alışır bedenim. Gözlerim ateşten bir kor, yüreğim denizden fırtına, ellerim çocuktan çaresizlik çalıyor. Bir yaprak ölmek üzere, titriyor eriyen karların altında, içimden kimsesiz bir adam geçiyor.


"Yaktım sana gelen, kâğıttan yaptığım kayıkları."



Bir sarmaşık arsızlığıyla ruhumu sarıyor göçün, bu göç değil diyorum hatırlanmak üzere saklanmış bir hüzün.



neslihan




kış



2008




27 Şubat 2008 Çarşamba

sus(tu)




şimdi ne zaman gece olsa burada,

arkamda ağlayan o çocuğun sesi var duvarlarımda.
umutları ördüğü saçlarında kalan,o.
uçlarında kurdelalar, uçuşmuyor rüzgarda.
oysa nasıl sıkı sıkıya tutunmuştu martıların kanatlarına.
bir güneşe emanet yüzü, elleri saklı bir baharda.






"kadın korktu
kadın sustu, avazı çıktığı kadar."





neslihan


kış


2008

26 Şubat 2008 Salı

nerdesin...



“bir anlamı olmalıydı tüm gitmelerin

kusulan satırların ve özlemin

ya da kalmanın..

tam da bur da şimdi

terini unuturken tenimde”



bu senin şehrinin kokusu ve dilimde bükülen adın. “Nerdesin” diye sorulan tüm soruları haram ettim kendime. Seni de öldürdüm içimde, saçlarımdan topladım kelebek tozlarını ve kapandı tüm kapılar.



Sahi sen var mıydın? O gece sabaha kadar ağladığım, dizlerinde uyuduğum adam… Nasıl anlatabilirim ki onlara, henüz kendim bile varamamışken ülkene. Azat ettim tüm ateşböceklerini, varsın bir daha yanmasın gecem.



Şimdi hangi dağın arkasına saklanırsın bilmem. Bu oyunu inan ben bozmayacağım. Bulmayacağım seni gizlendiğin satır aralarından. Zihnimden fışkıracak önce, sonra parmaklarımdan kırmızı kelimeler. Ben tüm sayfaları kirletirken, sen bekle dur şimdi. Seni bulmayacağım…







neslihan





kış




2008








25 Şubat 2008 Pazartesi

sonra...

yine böyle bir geceydi, nemli ve şuursuz…

iki bıçak gibi sırt sırta vermiş zamanı biliyorduk

ayrı kentlerde adımlıyorduk hayatı

yağmur vardı

ve sen

gözlerimden girerek içime en narin yerlerimi

ansızın ve durmaksızın kendi içine dökmüştün

geceydi…

anımsıyorum, yine böyle bir geceydi

ben savunmasız

sonra..

gün gibi alaz gibi güneş gibi yani nasıl olmuşsa sen de sönmüştün

gittiğin gibi kalmıştı bende her şey

yine gece olmuştum

öksüzüm şimdi

ve buruk bir kalbin acısı duruyordu ellerimde

geceydi…

gözlerini işledin yüreğime

düştüm, kalktım ve lanetler yağdırdım her şeye-ne/me

şimdi yeniden sisli bir gece gibi çöküp üstüme

-ne olur olduğun yerde kal

olduğun gibi kal bende

ve sakın ezberine aldanan bir kanarya kuşu gibi-

benimle olduğun umarsız anlara bir daha dönme!




d

ö

n

m

e



neslihan



kış

2008

24 Şubat 2008 Pazar

Olanlar olacak…




Öfke, zehirli bir yılan koynumda, henüz masum, sabırla büyütüyorum ve sessiz köşemde gelmelerini bekliyorum. Geldiklerinde bir iblis çıkacak koynumdan, ellinde göğsümün kokusu… Olanlar o zaman olacak… Olanlar olacak…

Önce onlar sonra kendim… Bu kente bir çığ düşecek koynumdan.. Önce onlar kalacak sonra kendim. Öfke, bir çığ gibi içim de bu kente düşecek, altında kalacağız.

Şimdi yıkmaz beni rüzgârın, çökmez bedenim yokluğunda. Kaç enkazdan çıktım kaç mezara gömdüm yüzümü ben. Yeniden doğdum yıllar önce. Ölüler gördüm, dokundum onlara, bedenlerinden kopan parçaları topladım, kan oldu ellerim…

Yanık ten kokusu… Bilir misin nasıl kokar? Sızladı mı burnunun direği? Sen hiç topladın mı, bir kadının kopan ellerini taşların arasından? Ellerine bulaştı mı masum bir bebeğin kanı? Gördü mü gözlerin, son nefesini verirken bir adamın “KURTARIN” deyişini?

Şimdi acıtmaz beni, tırnağı yanan bir kadının elinin resmi. Yanmaz canım sen “hoşça kal” derken. Yıkmaz beni rüzgârın, yokluğun kanatmaz… Kaç enkazdan çıktım ben, bak yeniden doğdum…

Öfke, zehirli bir yılan koynumda, henüz masum, sabırla büyütüyorum ve sessiz köşemde gelmelerini bekliyorum. Bu kente bir çığ düşecek koynumdan.. Bekliyorum…







neslihan



kış



2008










23 Şubat 2008 Cumartesi

birisine mektuplar3


İçimdeki kadının en çıplak halinden parçalar topladım bütün gece. Teninin beyazına boyadım etimi ve tutkuya dönüşmesini bekledim sabırla. Dudaklarını kırmızıya boyarken, acı bir iz bıraktım sırtına. Anlatamadığım masallar ve bir türlü edemediğim yeminler gibi dudaklarımda kilitlenen kalabalıktı aşk. Yazamadığım sayfalar, gidemediğim yollarda oldu benim. Çıkamadığım çukurlar ve elimin uzanamadığı gölgeler… Ama hep aynı yerinden demledim zamanı. Bardaklara doldurdum teker teker, bir dudak payı kaldı hepsine.

Dalından düşen yaprak misali sarısından çalıp toprağa işledim tırnaklarımı umarsızca, ama yine de rüzgâra ibret değmedim kimsenin saçlarına, hayata inat aklında ten olan o şeytanın yüzünü parçaladım. Sunmadım kendimi hayata inat, sana inat sunmadım tenimdeki beyazlığı…

Sevdim… Yazdığım sayfalardaki adamdan bildim hayatı, acıdım, azaldım, korktum ondan, küçüldüm gözlerinde, bir hiç de olamadım sonra, kimseye soramadım, kimse sormadı, kimse okumadı yazdığım mektupları, açtığım gibi kapadım kapıları…

Bilmem ne zaman ağladım kendime, en son ne zaman değdi dudaklarıma gözlerimdeki denizin tuzu… Bazen buğulu bir camın ardından gülümsüyor çocukluğum. Can havliyle koşuyorum o pencereye, buğusunu siliyorum, seyrediyorum kendimi. Görüyorum. En son pamuk helva aldığımda sevinmiş çocuk yüzüm, o kediyi kucaklayıp eve götürürken mutlu olmuşum, en son komşu teyzenin bahçesinden erik çaldığımda koşmuşum gülerek, hızla…
En sevdiğim kitabım, siyah önlüğüm ve kolalı dantel yakam… Nasılda boynumu acıtırdı. Sonra her şey yine sislerin ardında kalıyor. Korkunç bir sessizlik, yüreğim hızla atıyor, korkuyorum. Belkilerle başlayan cümlelere saplanıyor dilim, keşkelere varıyorum.

O yolun sonunda hep bir duvar vardı. Arkasında o adam. Ona anlattım, anladım sonra, karlı bir tepenin kollarında uyumayı hayal ettim, gitmek istedim ve bir de ölmek… Çöktüm dizlerimin üstüne, utanan ellerimi arkama sakladım, kırıldım, üzüldüm, acıdım acıdı, kızdı bana, saklandı, kaldım orada… Tüm nefretimle söktüm taşları yerinden, geceyle seviştim, lanetler yağdırdım o şehre, küfrettim, yalan söyledim o meleğe, kandırdım, inandı, bir günah daha yazıldı defterime. Pişman oldum sonra, utandım kendimden, varlığımdan ve ruhumdan. İçimdeki kadınlardan özür diledim, bir secde mesafesinde kaldı dizlerim. Af diledim Tanrıdan. Yine de tutamadım ziyan edilmiş ömrümü. Söylemedim, söyleyemedim, söyletmediler bana “tut beni ömrüm, gidiyorum” diyemedim. Gidemedim de aslında. Ne orada ne burada olamadım da.

Unut dedim kendime, esip gürlemek nereye kadar. Şimdi hangi duvar tutar seni, hangi oluk içine saklar… Hangi yağmurda arınırsın günahlarından, kim uyutur seni huzurlu dizlerinde, önce kim affeder yüreğinde?


Hüznüm parmaklarımın ucunda şimdi, uzansam o sayfaya belki de düşecek. Kusacak içimdeki uzak mevsimi. Çekiyorum dizlerimi sessizce kendime, titriyor bedenim, siniyorum o köşeye, mühürlü dilim artık, susuyorum. Böyle korkak yanar düşler, külleri yağar önce, sonra kokusu gelir rüyalarına. Hissetmez misin yanan benim tenim, gelmez mi kokum sana? Duymaz mısın içimde intihar eden martıların sesini? Görmez mi gözlerin sana yazılan her satırın nasıl kanadığını? Bilmez misin nasıl özledim?

Geç kaldığım doğruydu belki de, zira anlatamadım sana, sen de dinlemedin beni. Sana uzanan tüm yollar yokuştu. Tutamadım zamanı, aşamadım uzak yolları, geçemedim karanlık sokaklardan. Dokunmadı, dokunamadı ellerim yüzüne. Tövbe gibisin dilimde. Varsın okyanus aşırı olsun yollar, susuz çöller, kapanmaz mesafeler olsun, varsın kar yağsın şehrime bana değen tenin olsun, fırtına olsun gecem elimi tutan elin olsun, varsın yaksın beni öfken iki gözüm kör olsun, varsın ziyan olsun ömrüm, ömrüm senin olsun…

..............




neslihan


kış


2008





21 Şubat 2008 Perşembe

birisine mektuplar2...



Sustukça susuyorum, gözlerim ağırlaşıyor yavaş yavaş, ölüm gibi soğuyorum kendime. Sen gittiğinden beri kendime küsüyorum sevgilim. Müebbet bir yalnızlığın, dinmeyen ezberleri var dilimde şimdi. Yokluğun, kemiklerime kadar işleyen hırçın bir dalga, gözlerimi kör eden harlı bir ateş. Özledim… İliklerime kadar ihtimalsiz bir vuslatın sancısını tadıyorum. Kaçtıkça sen, yandıkça ten, geri dönüşü yok bu yolun sevgilim.

Ruhuma bulaştı gözyaşların. Sen orada öyle uzakta ağlarken, ben avuçlarımı kanattım. Gittiğin her güne bir mum yaktım o duvarın altında. Bir mumun alevi kadardı tüm umudum. Üflese Tanrı belki sönecekti.

Şehrimde kar var sevgilim. Beyaza kesmiş her yer, benim gözlerim gece… Yerçekimine yenik bedenim, birazdan düşeceğim bu kaldırımdan. Tut beni!!! Ne olur tut beni bahar gelmeden, çiçeklenmeden topraklar… Birazdan düşeceğim… Yorgunum, tutmuyor ellerim. Simsiyah bir düş karşı duvarın önünden sessizliğe çarparak geçip giden. Tutamıyorum. Bulamıyorum hangi düştesin. Hangi yoldasın, ağaçlarını önünde boyun eğdiren… Özledim…

Uslu bir çocuk gibiyim bu günlerde, köşe başlarını tutuyorum, ellerim önümde bekliyorum seni. Karanlığa akıp giden bir zaman var dilimin ucunda. Söyleyemiyorum. İçimde yankılanıyor adın kerem gibi, adın gibi büyüyorum sana.

Bir ağacın henüz yeşermemiş dallarında kırgınlığım. Gelsen yeşerecek, çiçek olacak nefesim. Tek bir ses gibi düşeceksin yüreğime. İlk defa gibi, daha önce bir ben yokmuş gibi, hiç yaşanmamış gibi senden evveli, senin olacağım… Bahar gelmeden gel sevgilim. Bahar rüzgârları kapatacak en mahrem yerlerimi, sana savrulacak saçlarım. Sen gibi kokacağım..




eksik kalmış sevdamın kesik diliyle, sevdiğimi

taşlara

ve ormana

ve yollara

ve sokaklara

ve kedilere

ve kuşlara

ve denizin yakıcı pişmanlığına söyleyeceğim...





Hiç değmeyen nefesin var dudaklarımda, kokun sinmiş yüzüme, ellerime. Sen kokuyorum ben her gece. Karşımda durmuş bana bakıyorsun. Yüzümün aydınlık tarafı sen de. Gözlerin yıldız olup düşüyor tenime. Susuyorum... Yokluyor korkak parmaklarım düşleri, dokunuyorum, gözlerimi açıyorum sonra, görüyorum… Yoksun… Yine gece…

Büyüdükçe büyüyor içime ektiğin hasret. Us’larımı zorluyor, köklerimi sallıyorsun. Ne çok bekledim seni, ne çok yanıldım her gecenin sabahında. O kuyudan çıkmak istedim, O duvarları yıkmak… Kanayan ruhlara dayandı ellerim. Eskimeye razı olmadı da ellerim ben yine de bekledim. Ne çok bekledim seni. Ne çok…





neslihan





kış





2008








20 Şubat 2008 Çarşamba

Birisine mektuplar...



Hatırlıyor musun, hani bir şarkı vardı deli gibi aradığım. Hiç duymadığım bir şarkı, dinlemediğim halde içimi ezen, yüreğimin acıyla hissettiği… Anlayamadığım bir şekilde özlediğim bir şarkı vardı. Sen o şarkıyı kaybetmiştin çok zaman önce. Uzaktaydın. Bekliyordun bir gün sana gelsin diye. O başka bir şehirde hapsolmuştu karton kutulara, sen çok uzakta bir okyanustun. Yine böyle bir geceydi. Hatırlıyorum, böyle ıslak bir geceydi, o şarkıyı bulduğumda. Yorgundu, özlemişti koynunu. Ona dedim ki “o seni bekliyor, hadi uzat elini Dilber” .


Onu sana verdiğim geceyi düşünüyorum bazen, öyle yüreğime dokunmuştu. Birbirinize sarıldığınızda gözlerinizdeki hasret, gözlerimden dökülen yaş olmuştu. Uzaktan baktım size. O kapının dışından, o eşiğin bir adım gerisinden, o merdivenin son basamağından, öyle uzaktan baktım size. Ürkek ve yalnız bir yürek gibi, o şarkı olmak istedim kulaklarında. Dilber…

Geceleri üzerine uzanırdı Dilber. Sarardı seni sıcak kollarıyla. Öperdi ellerini. Dünyaları küçücük sayfalara sığdırdığın, parmak uçlarını severdi. Yüreğine dokunurdu ya ben acırdım, kanardım kendime. Hep o olmak istedim sonra. İçine sızan bir şarkı… Özlemle kucakladığın, sorgusuzca pencerelerini açtığın, hesapsızca her gece yatağına aldığın… Üzerine uzanmak istedim, o şarkı gibi. Dilber gibi…


Bazen evime, bu karanlık odaya gelirdi Dilber. Şen kahkahalar atardı. Neler yaptığınızı anlatırdı bana. Dinlerdim onu gülümseyerek. “Ah” derdim nasılda mutlular. Dilber fettan bir güzeldi. Senin aklını başından alan… Rengi yoktu onun, kimselere benzemezdi. Tarçın kokardı teni, gözleri kısık sana öyle bakardı. Ne çok severdin onu. Dilber bir benden kıskanmazdı seni. Bir bana söylerdi nasıl seni öptüğünü. Sonra saçlarını savurur “gitmeliyim, gece oldu, örtmeliyim tenini, bekler beni” derdi ya nefesim kalırdı içimde. Ona ”hoşça kal” bile diyemezdim. Yorganın altına girer ağlardım ardından.

Hiç dinlememiş olsaydım diyorum bazen. Bilmeseydim onu. Akmasıydı içime duru bir su gibi. Karışmasıydı kanıma. Onu aramak mı yoksa bulup da ellerine vermek miydi hatam? Hata var mıydı? Kendi, kendime sayıklıyorum yine. Sana soramadığım ne varsa, cevaplarını asla bulamayacağımı bildiğim halde, sırf etime batsın diye kancalar, acıtsın diye kendimi, kendime soruyorum tüm soruları. “Vazgeçeyim" diyorum aynalara, “dur bekle” diyorlar bana.

“Vazgeçmek kendinden, bu kadar basit değil. Sevmek olsa belki. Sevmek boşluğa düştüğün anda seni yakalayan basit bir andır. Oysa vazgeçmek kendinden bu kadar basit değil. Bekle…” diyor aynalar.


Çaresiz bekliyorum bu eski evin arka odasında. Pencerem hala kırmızı tuğlalı duvara bakıyor. Geleceğini bilmeden, akacağını ummadan ellerime çaresiz bekliyorum.

Hani hatırlıyor musun, ikimizde uzak şehirlerde, ayrı zamanlarda, aynı cümleyi yazmıştık hayata. Sen iki harf fazla eklemiştin. Kaç hayat vardı yüreğinde o iki harfi eklerken diye düşünüyorum. Ben sen de var mıydım, kıyılarına dokunabildim mi? Ben senin içine yazabildim mi adımı, bırakabil mi kokumu? Haklısın. Hayat nasıl da ziyan ediyor her şeyi… Nasıl da…

Ben sensiz kaldığım gecelerde, sohbetlerimizi düşünüyorum. Beni ağlattığın hani… Anımsıyorum, hep içindeki ağırlığı, o karşı konulamaz gitme isteğini, karanlık bir gecede kaybolmayı, bir yaprak olup toprağa karışmayı anlatırdın. Bazen bir şarkının içindeki kadın olur gelirdim koynuna, deli gibi sevişirdik, sonra ben ağlardım. Koynuna alırdın bir “eyvah” gibi sarılırdın bana. O an ölmek isterdim, erimek isterdim, içine akmak. Kalmak öylece. Sende, senin…


Oysa sen; Tanıdığını sanıyorsun, anladığını, her şeyi bildiğini... Keşke gerçekten okuyabilseydin satır aralarımı, gerçekten bilebilseydin bazı şeyleri, nasıl.. Bir bilebilseydin yüreğimdeki fırtınalı denizi. İçimin nasıl köpürdüğünü… Bitkin görünüyorum, belki gerçekten de bitkinim, ama içimde benim de bilmediğim bir şey var ve bir şekilde hala o düşteyim. Keşke görebilseydin..

neslihan


kış


2008




18 Şubat 2008 Pazartesi

hiç...



Hiçliğin topraklarını kazıdım ellerimle, senden arta kalan son bir kaç sözü bıraktım nemli topraklara. Onları da gömdüm, büyük bir selvinin altına. Dua eder gibi açtım ellerimi, yüzüme sürdüm. Toprak kokuyordu ellerim. Uykularımı kaçırdım yastığımdan, hayaline gömüldüm. Düşlediğim her istasyonda sen varsındır diye kalmak istedim. Orada kal istedim. Gitme diye gideme diye haram ettim gözlerime uykuyu. Tekrar dalarsam geceye ve düşersem o rüyaya, “hoşçakal” deme diye uyumadım. Karlı bir sabaha teslim ettim soğuk geceyi.




Her yanım ortadaydı. Oysa sen kenarda bir yerde kalmamı, bir çakıl taşının ya da bir ağacın arkasında gizlenmemi istemiştin. Bir kum tanesi olmalıydım senin için, sana ait okyanusların derinlerinde, herkesten gizli. Gerçekte hiç olmadığım kadar kenardaydım aslında. Görmedin, anlamadın beni. O okyanusun dibindeydim. Sendeydim. Duymadın ciğerlerimi boğup, gırtlağımı parçalayan feryadımı. Oysa ben, hep yalnızdım. Sen gelene kadar, beyazdı bu sayfalar. Sen gelene kadar, korkmazdım sözcükleri kaybetmekten.




“Bir martının çığlığıdır gece,

boş sokaklarda yankılanan.”






Böyle olacağını bilmiyordum. Küçüktü ellerim, bu özlemi tutamayacak kadar ağırdı sevdan. Ne zaman yaslansam omzuna, sarılsam sıcacık tenine, sanki bir ömür akar giderdi gözlerinden. Tutamazdım zamanı. Savaşamazdım seninle, teslim olurdum ellerine…




Suçlu muyum? Özür dilerim sevgilim. Ben hayatı böyle düşlememiştim. Hayat, o gölün kenarında ayaklarını suya sokan siyah gözlü çocuktu benim için. Yüzmeyi bilmeyen hani. “Boğulurum” diye atlamayan sulara. Oysa göl, huzurlu bir diz gibidir benim şehrimde… Hayat benim düşlerimin ötesinde, hırçın bir dalgaymış, acıtırmış kayaları. Karmış hayat. Buz gibi, dizlerine kadar batıp batıp çıktığın. Çığ olurmuş gerçekler, ufak bir seste düşermiş ıssız evine. Özür dilerim sevgilim… Tanıdık bir melodi sanmıştım sende var olanı ve birisi duydu diye gülümsemiştim aynalara.





”Kestim gözlerimi gecenin içinde,

Kar, lekeli bir fahişe artık…”



Böyle olsun istemedim. Hayatın bizi sürüklediği bir akıntının içinde, dallarından düşmüş yaprak gibiyiz. Nereye kadar sürer, nerede son bulur yaprağın kaderi bilinmez. Her şey ansızın başlayan ve akıntıya yön veren rüzgârın elindedir. Bilirim. Ama inan bana sevgilim, böyle olsun istemedim. Ne yaprak, ne rüzgar… Hayat!!! Hayat nasıl da ziyan ediyor her şeyi…


Beni affet!!! “Sen rengi koyu düşüncelerin yolculuğunda uzaklara daldın, durdun. O yollarda, içine girdiğin cehennemi, içinde kaybolduğun zamanı dökerek sayfalara, yazmanın gücüne sığındın. Belki de sorun, yitirdiğine inandığın bir kimlik arayışının içinde kaybolmandı. “ Affet beni!!! Ben o yolun sonunda bile değildim.


Ömrüm… Sanki çıkmaz bir yolun başında. Adımlarım korkuyor kuşkulu sessizlikten. Eksik kalan birkaç an var diyor ellerim. Zaman, bir kelebek kadar. Bir kelebek kadar yaşlı doğuyor güneş. Senin kadar korkuyorum ben de, o girdapta kaybolmaktan. Mum gibi eriyorum, kayıtsız kalıyorum edindiğim yerlere. Belki de ben sığındım bu sessizliğe.




“Ses, gülümsemesiydi Tanrıların,

dalgaların kıyılardan çekilmesiydi sessizlik.

Tanrılar gülümsüyor yeni güne…”




Soğuk bir odanın umarsızlığı, gecelerin içinde süzülmeye başlar. Bildik bir şarkı söyler dilin, sen den habersiz. Seslerden ümit kesilmişken, küllerinden yeniden doğarsın tutuyla. Bir şiir yazarsın geceye… Yalnızca uzak bir iklimden gelen göçebe kuşlara söylersin, içinde ne kalmışsa söyleyemediğin. Dalgalar kıyıdan çekiliyor sevgilim, birazdan sabah olacak. Tanrılar gülümsüyor yine güneşe…

Ben seni o zamanlarda gördüm. Kuşlar şarkı söylerken, sular dupduru akarken, henüz çöl olmamışken yüreğim… Sisli değildi gözlerim o zamanlar, henüz aklım yerindeydi. Bu kadar uzaklara gitmemiştim alıp başımı. Kimseye emanet etmemiştim kanatlarımı. Kimse iz bırakmamıştı sırtımda. Derin yaralar açılmamıştı dizlerimde, düşmemiştim henüz. Sokaklara kokumu bırakmamıştım, kimse avuçlamamıştı saçlarımı. Ben seni o zamanlarda gördüm. Sen, hep bir masal önündeydin düşlerimin.





“Sabah seherinde yıkadım düşlerimi,

arındım kendimden.

Suskun bir sabah değdi gözlerime.”







neslihan




kış



2008

17 Şubat 2008 Pazar

basit bir ölümdür...


“Ziyan edilmiş bir ömrün şahidi olmayacak hiç bir sözün. Ömrün boşlukta dolaşan bir “eyvah!” olup sıyrılacak dilinin ucundan. Camına vuran bir yağmur damlasında, bir rüzgârın ıslık çalan sesinde, bir kelebeğin kanadında, saçlarımın kokusunda kalacak ve sen bunu bileceksin…”



Kokumu bırakıp sokağından geçeceğim, sendeki sessizliği keseceğim soğuk bir gecede. Bekleyişin karlı bir mutfak camında, ağzında kuruttuğun sesinde, yanağına değen dolunayın ışığında kalacak. Kirpiklerin seni koruyamayacak. Hep bir toz zerresi kaçacak gözlerine ve kendinde boğulacaksın nasıl olsa. “Birisi” dokunmadan omzuna, ağlayacaksın.



Yüksek tepeler ve kırılgan ateşböcekleri, arkana saklanacaklar. Ben gölgene, uzaktan bakacağım. Eski bir fotoğrafın içinde bile yan yana gelememişken biz, sarılıp sana rüyalarına karışacağım.



Yıllar öncesinden kutsandım ben. Bu yüzdendir böyle sadık, böyle müşfik ve böyle merhametli olmam. Ruhumdaki asalettir servetim, ellerine bir avuç bıraktığım… Gel ve göm derin çukurlara soylu düşüncelerimi. Zira basit bir ölümdür sana sevgim.



Bildiğim birçok şey var, anlatamadığım hiç kimseye… Göremediklerini gördüm onların. Sırrını çözdüm içindeki kalabalığın, omzundaki yaranın. Tersine çevirdim yazgıyı, bitmeyenin sonundayım. Gömüleni kazıdım toprağından, parlattım. Güneşe benzedi. Ben gibi artık düşlerin. Dün gece yatağına giren bendim. Koynuna sokulan, sarılan sana sımsıkı. Ayaklarına değen benim serçe parmağımdı, seni gülümseten. Sırtında dolaşan benim ellerimdi, ellerinle tuttuğun. Öptüğün bendim, saçlarımı avuçladın önce, sonra… Karanlığı emdi böcekler yine sabah oldu.



Hep mızıkçı bir güne teslim oluyor gece. Sonra birkaç çakıl taşı düşüyor denize, ellerinden. Bir kitabın arasına saklıyorsun keşkeleri. Karınca sesleri kulaklarında, dilinde ılık bir veda, çilek kokuyor bu sabah… Uyandın mı?




Sen pencereni açık tut. Yarın yine gelirim nasıl olsa..



neslihan



kış


2008




15 Şubat 2008 Cuma

rüya...



Hep bir neden vardı aslında. Gülümsemek, ağlamak, gitmek, kalmak, beklemek… Belki de anlamsızca sevmek için. Sorular olmadan. Hiç konuşmadan seyretmek sevgiliyi… Gülmek için sebeplerim vardı. Geceleri severdim ben. Sessiz bir feryat gibi düşerdi ayın tozları bir bulutun kıyısından,. Bir ah gibi inerdi yüzüme, saçlarıma, dudaklarıma. Sen gibi örterdi tenimi. Her yanım şaşırsın isterdim parmak uçlarında. Allı pullu bir kutuda sakladığım ve gece olduğunda yatağıma bıraktığım hayallerim vardı nedenlerimin sorgulandığı. Bir de sen vardın öyle güzel, öyle sessiz, eyle çok… Öyle çoğalırdın ki içimde, öyle hızlı akardı kanım, dur durak bilmeden sızlardı damarlarım. Seni beklemek umuttu, henüz açık yaralarıma. Seni düşünmek, gülücüktü kırılan yanaklarıma. Seni sevmek mutluluktu, sakin bir denizin dalgasında. Sen, benim kendime yarattığım karanlık bir geceydin. Kimse görmedi seni ben de. Kimse bilmedi ellerinin kokusunu, dudağımdaki tuzunu kimse tatmadı. Her kelimen bir anahtardı, kilitli kapılarımı açan. Her kapıdan yalnızlık çıkar, dolanırdı eline ayağına. Beni, o kapılar ardından, gün ışığına bırakan sendin. Hüznüm, senin çıkıp gitmendi bir gün ansızın.
Uyanmaktı derin uykulardan, çözülmekti bir düşün orta yerinde. Susarak ilerlerdin yüzümde. Sahi çarpışmış mıydık yoksa çarpılmış mıydık o rüya da? Rüya olsa, böyle deli eser miydi içimdeki rüzgâr? Böyle savurur muydu beni kıyılarına? İçimi içine kazıdım ben adam! İçimi içine kazıdım. Bak sıyırdığım yerlerden akan kanın nasılda kırmızı! Nasıl da sızlıyor etin. Nasılda akıyorsun bilinmez yollara…

Gitmek için sebeplerim vardı elbette. Bir oyun parkının hemen ortasında koptu parmaklarım. Çocuk seslerine karıştım. Sonra boş caddelerde koştum, dar sokaklarda aradım kendimi. Sırtım açık, ayaklarım çıplaktı. Üşüyordum. Lanetli bir öfkenin hüznü vardı gözlerimde. Görmüyordum. Anılarım vardı o üzüm bağında. Salkım salkım olmuş çocuk yüreğim. Her yanım hüsran, her yanım yalandı. Tane tane yazdım her satırı geçmişe. Anlatamadıklarım, anlatamadıkça sinirlendiğim bir sürü pişmanlık vardı ruhumun derinliklerinde. Her sokak sırtımda bir iz bıraktı, omzumda bir yük... Belki de en çok sana benzedim bunca zaman. Sana benzemek için kaldım kendime.

Ben hala o rüyadayım. Uyuyorum gözlerim sımsıkı kapalı. Çarptığın benim sağ yanımdı, hani tutmayan, hani hissetmeyen hiç kimseyi. Sakın kaldırma düştüğüm düşten. Ben uyuyorum hala. Rüyadayım henüz ve hala buradayım. Sakın uyandırma beni. Bırak doyuncaya kadar uyuyayım…

Neslihan

Kış

2008-02-15






14 Şubat 2008 Perşembe

Yine de “GEL” demedin bana...



Gece hep bizden habersiz sokulurdu odamıza, yağmurla rüzgarın amansız yarışına aldırmazdık, yalnızlıktan ciğeri kararmış kentleri saklardık dilimizin altına. Anlatmazdık. Ayrılık vakti gelirdi yine, kendimize kanardık. Yüreğimiz ezilirdi de yalanda olsa gülümserdik. Mavi mürekkeple boyardık parmaklarımızı, geceye yazardık sevdaya dair ne varsa…

Yastıklarımızda yanaklarımızın izi kalır, yine yalnız yatardık soğuk yataklara. Gerçekler etimize işlerdi, gözlerimiz tavana asıldıkça. Boyanırdık uzak iklimlerin kışına. Üşürdük ayrı ayrı hayatlarda ve birbirimize ağlardık, birbirimizden habersiz.

Defalarca yürüdüğümüz sokaklar vardı bizim ve biz hiç karşılaşmamıştık. Aynı kapılar kapandı belki de yüzümüze. Aynı camlara baktık ve aynı güzel çocuğa gülümsedik. Aynı insanlarla sohbetler ettik, aynı ince belli bardaklardan yudumladık çaylarımızı.

Uzaktan baktığımız, çıkmaktan korktuğumuz karlı tepeler özlerdi ayak seslerimizi. Deli dalgaların dövdüğü kayaların kuytularından izlerdik sonsuzluğu. Sonumuzun olmayacağını bildiğimiz halde yine de denizi koklardık. Varmak istediğimiz ülkelere gidemeyeceğimizi bile bile resimlerine bakardık. Anlamını bilmediğimiz şarkıları dinlerdik. Yine de anlardı yüreğimiz. Aşkın dili tekti nasılsa.

Sonra hüzün sızardı kapıdan içeri, oda hüzün kokardı. Sırlarımız gizlendikleri yerlerden usulca çıkardı, yağmur başlardı gözlerimizde, sayfalarca hasreti yazardık. Ben dumana boğardım odayı, sen kahveni yudumlardın uzakta. Kelimeler biriktirirdik birbirimize. Belki bir gün yazardık. Başkalarına giden mektupların giriş cümlelerini süslerdi tüm sözcükler. Ama yine de bilirdik. Biz birbirimize yanardık.

Boş sokaklarda umut aramaktan yorulurduk. Dizlerimizde hal, ruhumuzda derman kalmazdı. Yine de son bir nefesle dönerdik o köşe başlarını. “Belki” kelimesini arkadaş yapardık kendimize her defasında. Belki de başka bir sokakta başka bir köşe başında, belki de bir gölün kıyısında sakin bir gece de bulurduk umudu.

Vız gelirdi çıkmaz sokaklar, çamura bulanmış yollar. Boğazımıza kadar batardık yine de susardık kirlenmezdi dilimiz. Lanetler etmezdik ayrı kentlerde, boş odalarda tek başımıza çoğalırken. Özlemek bile güzeldi. Beklemek acıtsa da içimizi, hasret beslerdi yüreğimizi. Sessiz çığlıklar atardık. Kendi kulaklarımızı sağır ederdik de duymazdı kimseler. Bilmezdi ormandaki ağaçlar, denizdeki balıklar, dumanlı dağlar ve gece…

En çok ben ağlarken severdin beni. En çok sana ağlarken tanırdın beni. Susardın. Firar ederdi kelimelerin dilinden. En çok sen susarken severdim seni. En çok bana susarken tanırdım seni. Coşardı kelimelerim, yüreğim kabarırdı sığmazdım kendime. İçimi içine kazırdım.

Hasret en çok gece vururdu yüzümüze, ellerimiz üşürdü, dizlerimizi çekerdik kendimize. Çoğalırdık yine kanardık içimize. Mektuplar yazardık karanlığa. Sevgiliyi okşar gibi okşardık bir avuç kelimeyi. Sen bir tek cümle için cehenneme gitmeyi, ben senin için o cehennem de yanmayı göze alırdım.

Yine de “GEL” demedin bana. Yine de “KAL” demedin.

Oysa düşlerim vardı benim henüz düşmemiş gözlerine. Masallar yazacaktım sana, sen gibi… Gece çöktüğünde şehre başını dizlerime koyacaktın usulca. Parmak uçlarım tanıyacaktı tenini. Nefesim nefesinde ısınacaktı. Kanım damarlarımda hızla akacaktı, şaşıracaktı belki de yanlış yere akacaktı, yanacaktı içim. Kuruyacaktı dilim damağım, saçlarım yüzüne teslim… Keşke… Keşke yastığındaki benim yanağımın çukuru, ellerindeki benim kokum olsaydı. Keşke beraber ağlasaydık bize. Keşke birikmeseydik kendimize.

Keşke…

Keşke…

Keşke…



Neslihan



kış 2008






12 Şubat 2008 Salı

sen!!!



Geceleri karartmayı senden öğrendim. Soğuk olurdu böyle zamanlar. Ellerinin gölgesinde kalırdım ve sadece kal demeni beklerdim. Yağmuru boğardın nefesinle ve ben korkardım arkanı dönüp giderken sen. Ne çok söz katlettim bir bilsen. Kendime verdiğim sözleri tutamazken ben, sen de olanı tutmaya çalıştım. Arsızdı gece yatağına sokulan, koynuna zorla giren gölgeydim ben.



Ağlamayı marifet sandım senden gizli yorganın altında. Günleri eksilttim sana uzanan her köşe başında. Duvarlara yazdım içimde var olanı uykuyla uyanıklık arasında bir yerde. Sana söylemedim. Aynadaki yüzüm artık bana benzemiyor. Ne sen olabiliyorum ne de kendi kokumu bulabiliyorum artık.

Yılgın rüzgarlar getiriyor haberini bana. Yorulmuşsun, omuzların çökmüş erkenden. Yanından geçenleri fark etmiyormuş gözlerin. Bakmıyor muşsun güneşe eskisi gibi. Memleket tütmüyormuş burcu burcu burnunda. Nereye baksan okyanus, nereye gitsen yollar uzuyormuş sana… Sözcüklerin sığmaz olmuş kendine de anlatamazmışsın yüzündeki hüznü aynalara. Kimseler bilemezmiş etine işleyen acıyı.

Bu sen değilsin. Sen değilsin bu soluk benizli adam. Yönünü kaybetmiş bu yorgun gemi sen değilsin. Kim olduğu(mu) bilmiyorum ama kim olduğu(nu) biliyorum artık. Sen… Ahh sen… Sen geceler boyu için için ağladığımsın. Hıçkırıklarımı annemden gizlediğim, nefesimi yastığımda boğduğumsun. “Bu köşe başından geçmiş midir?” diye o köşe başında saatlerce durduğumsun. Gar meydanındaki kuşlara belki elin değmiştir diye okşadığımsın. Sahi sevmiş miydin balıkçı pazarındaki kedileri? Okşamış mıydın başlarını? Ahh sen…

Sen, bir şarkının hüznünde içimi siyaha boyadığımsın. Belki gelirsin diye çıplak omuzlarıma sevinçler yüklediğimsin. Uzaklığını hesaplayamadığım iklimlerde yaşamamışlıklarımızı sorguladığımsın.


Keşke… Keşke demedim hiçbir zaman. Her şey olması gerektiği anda, olması gerektiği kadardı nasıl olsa. Avuçlarıma iliştirilmiş, kader denen yazgıya inandım. İnan ki inandım yazgıma. Belki elimdeki çizgiler kapanmasın diye yakmamıştım ellerime kınalar. Değişmesin varsın kaderimin bana yazdığı hikaye… Ama.. Ama sen .. Sen bu değilsin…

Sen, camın arkasından sararmış yüzüne dokunduğumsun. Çocuk gözlerinle yüreğime akansın, sel gibi alıp götürensin tenindeki sıcaklığa. Oysaki kokunu bile bilmiyordum. Bilmeden sevdim ellerinin kokusunu. Değmeden bildim sıcaklığını. Ahh… Sen, aldatmadan tüm sözcükleri geceye serdiğimsin. İçindeki alevlere her gece döşek serdiğimsin. Koynuna serin düşler bıraktığımsın. Öfkemin köpüğünde boğulurken, yüreğimde umudun zerresi kalmamışken ve yalnızlığın fahişesi olmuşken ben, sen elini uzatansın bir gece yarısı…

Hüzün dolardı odama sen gelince, sırlarım kıyılarına vururdu her deli dalgada. Çözülürdü dilimin düğümleri. Oysa ne çok şey saklıydı içimde. Ne çok zaman gizlemiştim her şeyi. Sağanağa tutulurdu gözlerim, sen nasıl severdin beni böyle gecelerde. Gözlerim yüreğine damlarken, dağlarken yüreğini sözlerim. Ne çok severdin beni de, söyleyemezdin…

Yorulmuşsun. Yılmışsın arkana bakmaktan. Uzakta bıraktıkların, omzuna bastırmış, acıtmışlar yüreğini. Yanmış gözlerin eski fotoğraflara bakarken, memleketin rüzgarı esmiş pencerene, soluğun kesilmiş. O okyanusta kaybolmak istemişsin. O ormanda bir yaprak… Sözcüklerin sığmaz olmuş kendine de anlatamazmışsın yüzündeki hüznü aynalara. Kimseler bilemezmiş etine işleyen acıyı.

Bu sen değilsin!!! . Sen değilsin “vazgeçtim” diye avaz avaz bağıran. Sen değilsin zamansız gelen mevsim. Kim olduğu(mu) bilmiyorum ama kim olduğu(nu) biliyorum artık. Sen… Ahh sen…


Sen sevdiğimsin benim… Görmeden sevdiğim. Dokunmadan bildiğim ellerini. Değmeden dudaklarına eridiğimsin. Sen sevdiğimsin…


Neslihan



kış 2008






9 Şubat 2008 Cumartesi

kuyu...



İçine düştüğüm kuyunun, bibine dibine çöküyorum şimdi. Korktuğumu söyleyemem. Atmadı beni birileri. Sırtımdan ittirmedi kimse. Düştüm. Bu kör kuyunun dibindeyim şimdi. Ne önemi var ki? Hangi el değdi sırtıma? İnsan doğarken açarmış kendi kuyusunu. Attığı her çığlıkta biraz daha derinleşirmiş bu kuyu.




d



Yazarsam kendimi, çıkarım zannediyordum bu kuyudan. Harfleri kazırsam kelimelerin içine, cümleler beni sever sandım. Tırmanırım, çıkarım bu kuyudan. Gözlerim görünce günışığını kamaşır sandım. Oysa hep geceydi. Gözlerim kamaşmadı güneşi görünce. Boğazımdaki düğümler çözülmedi. Hala yutkunamıyorum. Göğüs kafesimde mahkum hala yüreğim. Bak istediğimde çıkamıyorum! Özgür müyüm? Bilmiyorum. Kendime bile verememişken hesabımı, hangi güneş güler anılarımın mahzun yüzüne? Hangi yağmur damlası affeder beni? O kelebekleri ben öldürdüm. Kozalarından çıkmalarına izin verdim onların. Bu suçu ben işledim. Dokundum kanatlarına. Onları da öptüm.


ü


Deli saçması tüm bu yazılanlar. Olmayan bir kentte, olmayan bir adama yazıldı tüm bu satırlar. Oysaki ben bile yoktum. Kimse görmedi beni. Kendimi attığım çukuru susturdum. Dilsizdi duvarlarım. Kimse duymadı beni. Kalemlerimin ucu sivriydi, kesti beyaz sayfaları bir bir. Ucu kanayan sözcükler bıraktım satır aralarına. Kimse anlamadı.




ş




Çıkamıyorum şimdi. Çözemiyorum boğazımdaki yedi kat olmuş düğümleri. Nasıl da mağrur bakardım, bir zamanlar o tepelerden yeşil çimenlere. Ogün çıplak ayaklarımla koşan ben miydim? Ayaklarımın altındaki ıslaklık kimin şehrine aitti? O hikayelerde anlattığım kadın sahiden ben miydim? Peki. O kadın bensem, neden izin verdim bunca yazılan sayfaya? Neden biriktirdim yüzlerce soru işaretini kendime? Ve neden sıradan biri olduğumu fark etmem bunca zaman aldı?



t


Savaşacak birileri kalmadığında etrafımda, kendimle savaştım durdum. Kestim bileklerimi en taze yerlerinden. En kırmızı buradan akar kan. Durduramazsın. Akar bilinmezliğine. Sonra başın döner, ellerin uyuşur. Gözlerin kararır, en sevdiğin oyuncak bebeğin geçer gözünün önünden. Belki de en çok ona sarılmak istersin.


ü




Attım kendimi dipsiz kuyulara. Uzun bir soluktu yaşanmışlıklar. Derin bir nefes aldım geçmişten. O köşe başını dönerken ayaklarım, kimse görmedi beni. En çokta anneme kızgınım. Keşke bu kadar sevmeseydi beni. En çok annemin sessiz ağlayışları çöküyor yüreğime böyle gecelerde. Kızgınım anneme. Keşke sevmeseydi beni. Babamla savaşım daha kolay olmuştu oysa. O daha çabuk pes etmişti. İlk önce babam vazgeçmişti benden.



m


Kendime KARA bir gece yarattım. İçine gölgemi doldurdum. Ellerimi sakladım arkama. Gözlerimi kapadım. Kısık sesimle af diledim kendimden.




neslihan



kış 2008