11 Mart 2008 Salı

küçük prens...




Cevizli helvayı severdim en çok. Ne zaman babam harçlık verse, köyün çarşısına koşarak iner Adnan amcanın bakkalında alırdım soluğu. Büyük helva tekerleğinden küçük bir parça keser, gazete kâğıdına sarar bana uzatırken de gülümserdi bizim köyün bakkalı Adnan amca. Şimdi rahmetli olmuş, geçen gün öğrendim. İçim acıdı, bana gülümseyişini düşünüce. İki altın dişi vardı, gülünce pırıl pırıl parlayan. Bugün gibi hatırlıyorum. O zaman kim sorsa bana “büyüyünce ne olacaksın” diye, küçük aklımla büyük planlar yapar, “büyüdüğümde bakkal olacağım ben” derdim soranlara. Sonra da iki altın diş yaptıracağım kendime. Adnan amcanın ki gibi ışıl ışıl parlayan iki diş…


Gazete kâğıdına sarılmış cevizli helvamı kimseye göstermeden gizlice zeytin bahçelerine giderdim, bir ağacın gölgesinde öğle vakti, cevizlerini dişlerimle ayırırdım önce, sona saklardım onları. Tüm çocuklar gibi yani. Hep öyle yapar çocuklar, en sevdikleri şeyleri sona saklarlar. Sonra susuzluktan ölünceye kadar o helvayı yerdim doya doya. Paylaşmayı sevmediğimden değil, arkadaşım olmadığından giderdim o zeytin bahçesine. Sonra kendime hayalden bir arkadaş yaratır, oynardım ağaçların tepelerinde.


Hatırladığım başka şeylerde var elbette. Kiraz zamanı elimde sepetim, annemle babamın peşine takılırdım. Kiraz bağına giderdik beraber. Patika yolda onlar önde ben arkada yürürken, bildiğim tek şarkıyı saatlerce söyler, onları güldürürdüm. “Kuş sesleri, ovalara yayılır, insan buna hayran olur bayılır” diye başlıyordu yanılmıyorsam. Sonra bir kaplumbağaya takılırdı gözlerim. Yere uzanır, saatlerce onu izlerdim. Sert kabuğunu okşardım ellerimle. Ben okşadıkça o başını çıkartırdı yuvasından. Sonra hayret ederdim, “nasıl oluyor da, kendi evini sırtında taşıyor” diye düşünürdüm. Sonra güneş yavaş yavaş karşı tepelerin arkasında uyurdu ve biz eve dönerdik, sepetlerimiz kirazla dolu. Ben biraz daha oynamak isterdim evin avlusunda.


Annem akşam yemeğini hazırlarken ben yavru kedilere “Küçük Prensi” okurdum. Küçük Prens’in gülü olmayı hayal ederdim. Hatırlıyorum bazı yerlerini sesli okurdum. “..Güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgârdan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o..” En sevdiğim yeriydi burası. Çünkü inanırdım ki o gül bendim. Beni fanusla örten, rüzgârdan koruyan ve bir gün gelip beni bu evden alıp götürecek olan oydu. Küçük Prens…


Yaz geceleri gökyüzünü yıldızlar aydınlatırdı ve ben kayan yıldızları izlerdim uzandığım çimenlerde. Sardunya kokuları, karanfil kokularına karışırdı. Ne güzel kokardı gece, ne güzel kokardı. Her kayan yıldızda aynı dileği dilerdim ben. Anne ve babamın ben den sonra ölmelerini... Benden önce ölürlerse eğer, bu ev, bu bahçe, bu çiçekler ne kadar zavallı kalırdı ve ben ne kadar yalnız kalırdım bu koskoca köyde… Annem “uyku vakti geldi” dediğinde, sabun kokan göğsüne koşar, öyle derin derin içime çekerdim kokusunu. Onlar uyuduktan sonraki sessizliği sevmezdim evdeki. Çocuk gözlerim fal taşı gibi açılır, soluklarını dinlerdim. “Yaşıyorlar değil mi Allah’ım?” Bu soruyu bilmem kaç sefer sormuşumdur sessiz sessiz, için için ağlayarak…


Bir anlam vermezdim bu duruma. Neden herkesin genç anne babası vardı da, benimkiler yaşlıydı? Neden benim de topraktan yemek pişirdiğim ve zorla bu çamuru pasta diye yedirdiğim bir kardeşim yoktu? Ya da neden bir ağabeyim yoktu mahallenin kötü çocuklarından beni koruyan? Küçük aklım büyüdükçe, kendi kendime konuşmalarım daha da alevlendi. Tam yedi kiraz mevsimi, yedi bağ bozumu, tam yedi karlı kış, soru işaretlerini kovaladım köşe bucak.


Yalnız olmak, yalnız kalmak ne kadar acıydı ya da ne kadar acırdım ölüm denen şey kapıdan içeri girdiğinde? Şimdi düşünüyorum da annemin annem, babamın babam olmadığını öğrendiğim gün kaç defa ölmüştüm, kaç defa bıçak çekmiştim küçük ellerimle hayata. Nasıl bir acıydı içime saplanan. Herkes sağdı, salimdi birazda. Ama ben ne kadar uzağa koşup gitmiştim o sıcak temmuz günü ve ne kadar yalnız kalmıştım oysa.


Yıllardır ağzıma sürmedim cevizli helva ya da bir kediye kitap okumadım. Bakkal da olmadım aslında ve altın dişimde olmadı öyle pırıl pırıl parlayan. Ve Küçük Prens de hiç bir zaman gelmedi buraya. Belki yolunu kaybetmiştir dedim yıllarca, belki Manş kıyısında bir yerde ya da Alp dağlarının etkilerinde… Kim bilir…



Ben yine de bekliyorum, köklerimi usulca saldığım bu oda da.





neslihan



mart



2008



Hiç yorum yok: