1 Şubat 2008 Cuma

ya gelirse...

Sabah olduğunu anlayabilmem için gırtlağıma kadar sigara dumanı dolan nefesimin göğüs kafesimde sıkışıp kalması ve nefes aldıkça ben, ciğerlerimin acıması gerekiyor. Odamın dağınık hali, ağır nefes kokusu, yerlere saçılan sigara külleri, dökülen ve oraya buraya leke yapan kahve fincanım, aylardır elimi sürmediğim kitaplarım, bir zamanlar işime yarar diye aldığım notlar, sobayı tutuştururum diye biriktirdiğim eski gazeteler ve daha birçok şey üzerime geliyor. İçimdeki nefret burada yüzüme vuruyor benim. “Sabah oldu hadi uyu “ diyorum kendime.

Ağır ve emin adımlarla ilerliyorum içime. Öğrendiğim ya da öğrendiğimi sandığım her şeyi inkar etme çabasında küçük aklım. İzin vermeli miyim? Bilmiyorum. Nefes alabilmem için bazı şeyleri kabul etmeliyim. Uyandıktan bir dakika sonra ayaklarımı sıcak yorganımdan çıkartıp soğuk halıya basacağımı, ayaklarımın ne kadar üşüyeceğini ve dahası arkasından çeşmeden akan buz gibi suyun yüzüme değdiğinde içimin nasıl titreyeceğini kabul etmeliyim.

Isınmak için önce soba kovasını dolduracağımı ve bunu yapmak için önce mutfak kapısından bahçeye çıkıp üç basamak inmem gerektiğini, kömürlükten alacağım bir poşet kömürü soba kovasına koyduktan sonra, tekrar aynı düzen içerisinde mutfak kapısına geri döneceğimi ve bunu yaparken ağzımdan bin tane küfür çıkacağını kabul etmeliyim. Soba tütebilir, oda dumana boğulabilir, benim gözlerim yanabilir ve belki de hiç yanmayabilir. Kendime çay yapabilmem için sobanın yanından ayrılıp dokuz adım atmam gerektiğini, tezgahın önünde durup sağ kolumu uzatıp, dolaptan poşet çay alıp sıcak su dolu fincana çayı sallandırmam gerektiğini de kabul etmeliyim. Televizyon düğmesine basmak her zaman zor gelmiştir kendime, televizyon kumandasının nereye girdiğini bulmaksa işkence. Benim için tasarlanmış ve uygun görülmüş hayata dair şifrelerden bir kaçı bunlar. Hayat bu mudur? Kabul etmeli miyim gerçekten? Bunca dayatılmış ve ellerime tutuşturulmuş kodla nasıl yaşarım ki? Hangi köprünün ayaklarında bulurum akan beynimi. Bunları düşündükçe midem bulanıyor, kusuyorum geçmişe.

Az da olsa bazı sabahlar uyuyorum. Bazen rüya bile görüyorum. Korkunç bir sesle kapanıyor gözlerim sonra o şarkıyı duyuyorum. Uzaktaki adam göndermiş o soğuk hastane odasına, iğne kokuyor yatağım. O şarkıyla açıyorum gözlerimi aylar sonra. Boş suratlar adımlıyor kalabalık caddeleri ve ben onu arıyorum sokakların büküldüğü her yerde. Gözlerinde akıp giden bir hüzün vardı onun, babasının arkasından öylece baka kalan, dizlerinin üzerine çökmüş, elleri önünde, korkmuş bir çocuğun iri siyah gözleri… Bulamazdım. Kokusunu duyardım da bulmazdım onu düşlerimde. ... Belirli aralıklarla tekrar tekrar aynı rüyayı görüyorum ve her uyanışımda gece oluyorum. Biliyorum asla bulamayacağım. O caddelerde, o sokaklarda, o köşelerde, o köprü altlarında hiçbir yerde evet hiçbir yerde onu bulamayacağım. Sadece kokusu ellerimde…

Duvara bakıyor odamın tek küçük penceresi. Koca bir duvar. Kırmızı tuğlalarla örülü koca bir cehennem kapısı. Gün ile gecenin arasında kaybolmam ve bir türlü kendimi bulamamam bundandır aslında. Araf mı burası? Ben mi uyduruyorum tüm bu olanları? Yıldızları göremiyorum ben. Sayamıyorum kaç yıldız kaydı diye. Dilekler tutamıyorum kimseye söylemediğim. Koca bir duvar. Temiz hava almam için babamın büyük elleriyle oyduğu bir delik. Minnettar olmalı mıydım babama? Ara sıra açardım bu pencereyi. Niyetim odama temiz hava dolması falan değildi. Sigara dumanını severim zira. Belki, o bir gece gelirdi. Belki o bir gece gelirdi ve ben duyamazsam gelişini, döner giderdi diye korkuyordum. Gelirse bir gece ve ben duyamazsam gelişini boynunu büker dönerdi, giderdi o ıssız evine. Eğer girerse o ıssız evden içeri ve kapısını kapatırsa, kendine gömülürdü. Ara sıra açardım o pencereyi… Yağmur yağdığı gecelerde bu şehre, ben beklerdim duvara bakan penceremin önünde. Islanmayı severdi. Öylece beklerdim, ya gelirse… Kapımı kitlemezdim, üflemezdim mumları. Bazen yüksek sesle şarkılar söylerdim. Belki bulamamıştır yolu da, sesimi duyar sesime gelir diye söylerdim. O duvara çarpardı sesim yankı olur, karışırdı geceye. Kanatırdım kendimi öyle derinden. Ben beklerdim. Ya gelirse…

Ben büyüdüğüm üzüm bağlarını, o hayatını kustuğu ıssız evini yaktı bir gece. Ben kopan parmaklarımı topladım yerlerden, o ucu sivri kalemleri batırdı etine. Ben küçük bir kadın, o kayıp giden bir düştü… Hala duvara bakıyor pencerem ve ben bekliyorum gözlerinden hüzün akan çocuğu. Ya gelirse…

Neslihan


kış 2008












1 yorum:

efrasiyab dedi ki...

Azınlık olmak. Azınlıkların sırları vardır. Sırlarını lime lime iskeletine işledikleri yazıları vardır. Azınlık olmak kaybeden taraf olmaktır. Kaybedenlerin masalları vardır. Çünkü onların vuslatı yoktur.